Kısa bir Tekila notu

Geçenlerde biriyle konuşuyordum, ikimizi de bilenlerin, tanışmamış olmamız gerektiğini düşündükleri biriyle. Neyse; “Tekila nasıl” konusu açılınca dedim ki; “Dayak yer gibi sevilip iteklenmekten hoşlanıyor, nefesini toplar toplamaz ‘haydi yine’ diye yanıma koşuyor, bir de susmayı bilmiyor…”. Sonradan düşündüm de, iyice kendime benzetmişim çocuğu.

Açıkçası ne Tekila’da, ne kendimde bu durum beni rahatsız etmiyor da, hayata bu bakışımı salaklığımın sonucu sanıp, sömürme çabalarını görmediğimi sanan garibanlara üzülüyorum.

Yazmamak, düşünmemek, hatırlamamak

Çoğunluğun sandığının aksine bilgisayar programcılığının temeli mantıklı düşünmek değil. Eğitim, doğal olarak mantık çerçevesinde kurulan bir yapıda veriliyor, kullanılan araçların gereği böyle. Ama işin temelinde, gerçek hayatın bazı akışlarının, mantık çerçevesindeki bu araçları kullanarak modellenmesi yatıyor. Sıkıntı da burada, gerçek hayat mantıksız, hatta o kadar mantıksız ki, amatör biri “mantık gereği…” diye başlayan bir cümle kuruyorsa muhtemelen bir iki saniye içinde aslında kanalizasyon yakınında yapması gereken bir şeyi herkesin ortasında yapacak olması muhtemel. Dolayısıyla mantıksızlığı mantıklı olarak analiz etmek gibi garip bir iş yapıyoruz aslında. Bu açıdan bakınca;

Yazmak mevcut şartlarda zor geliyor, neden olduğunu anlatmak için çok düşünmem gerekiyor ve açıkçası bunu da ne kadar yapmak istediğimden emin değilim. Kısa özet olarak; Hayatı seyretmek uzun zaman zevklerimden oldu, bir sürü sıradan, rutin, sıkıcı ama devamlılığın işareti olgu, olay arasında güzel ilginçlikler, sevimli değişiklikler v.s. arayıp görmeyi sevdim hep. Son zamanlarda sıradanlığın, ortalama hayatların, popüler ifadesiyle “vasatın” tahakkümü altındayız. Bu sıradanlaşma o kadar acıklı bir boyutta ki, vasatlaşmış bakış açıları, çoğunluğu mevcut durumun Türkiye’ye özgü değil de global bir olgu olduğunu görmekten de alıkoyuyor.

Örnek olarak; Tanıdığım genç arkadaşlardan birinin müzik zevkini takdirle takip ediyorum. Öte yandan şu anda mevcut imkanları düşününce, tanıdığım, özellikle genç, herkesin benden daha iyi bir müzik zevki geliştirmiş olması lazımdı. Ben, ailenin müzik konusunda yeteneksizi olarak, “neden çevrede en kötü durumda olan ben değilim” diye bakınıyorum. Benden iyi durumda olanlar neyse ki az değil, ama olması mümkün olanın çok altında. Bu ortalamada yaşama aşkına nereden kapıldık diye çok sorguladım. Bir gün şunu anladım, ortalamadan çıkmak için uğraşmak çalışmak çok gerekiyordu eskiden. Ortaokuldayken bir Haydn (No: 104) alabilmek için toplam 4-5 saat tren yolculuğu yaptığımı hatırlıyorum. Bu uğraşma mecburiyetinden hep şikayet ettik, insanlık olarak ve çok çabaladık hayatın bu tür detaylarını kolaylaştırmak için. Bugün Cats’ten bir şarkıya takıldım, bulmam iki dakika sürmedi. Bu kolaylıklar ve bilgiye, referansa, temelde “düşünmeden düşünmüş gibi sonuca erişme” lüksünün sonucu olarak ortalamadan kaçmanın kıymeti kalmadı.

Tabii işin “hatırlama” tarafı da var. O Von Karajan 104. hala rafta duruyor, satan dükkan en son baktığımda ya büfe ya da çakmakçı falan gibi bir şey olmuştu. Istanbul gibi bir şehirde tarihin içinden koşarcasına geçip işe, eve, TV dizilerine kavuşma çabasıyla yaşamak insanın odağını içinde bulunduğu 8-12 saatlik dilime, gelecek maaş gününe ve ilk yaz tatiline sınırlıyor. Assos’a gidip Behramkale neresi, insanı kim, kültür nasıl değişerek bugüne kadar gelmiş diye öğrenmeden merak da etmeden, bir kere olsun Roma yolunda yürümeden, Kadırga Koyu sahilinde yüzüp eve dönmek tarihle en yakın temas halini alıyor.

Dolayısıyla “düşünmek” ve “hatırlamak” için sanki eskisi kadar büyük bir ihtiyaç duyulmuyor, ve bu da çoğunluğu rahatsız etmiyor. Bu şartlarda, yolda gördüğüm her sakat köpeğe, her dilencinin hangi dilde konuştuğuna, Fenerbahçe’de ters yollara giren arabaların marka model dağılımlarına dikkat etmenin, bunları yorumlamanın, düşünmenin, ve yazmanın faydasını sorguluyorum, benden başka kaç kişi bunları düşünüyor ki diye endişelenerek.

Toplum için endişelenmek bir görev tabii, ne kadar başarıldığı meçhul, faydaları, sonuçları belirsiz de olsa.

Ama insan aklı da “dur” demekle durmuyor. Bir Cuma sabahı Beyoğlu’ndan yukarı çıkarken Galatasaray’daki Akbank’ta geceleyen şanssızlardan birinin gelenden geçenden zorla para almaya çalıştığını görmüştüm. O gün Karaköy’deki Dul Kadın ve en meşhur oğlunun heykelleri dikkatimi çekmişti bakınırken, üzerine bu gelince, kimsenin kimseye faydası olmadığına takılmıştım uzun süre. Babam kızardı başım öne eğik yürüyorum diye. Önüme bakmazsam Kadıköy’de üzerinde Eau yazan su vanalarını nasıl göreceğim? Ya da başımı kaldırmasam Hiram Usta’nın heykelini nasıl göreceğim? Dolayısıyla çevreyi seyretmek lazım, bir kere yere, bir kere göğe, çok kere insanlara bakarak, defalarca. Şimdi bunları unutamıyorsan, bir gün yazmak için keseye atıyorsun…

Düşünmemek, hatırlamamak mümkün olsa, ne iki satır yazmadan, ne de bunu dert etmeden güzel bir hayat geçecek sanırım. Olmuyor ama neyse işte…

İnsanlar, görülenler, yazılabilen ve yazılamayanlar

Her zaman belli edemesem de, insanlar benim için çoğunlukla kıymetlidir. “Bütün insanlar” demek isterdim ama, o hikaye Hisarüstü mahallesinin Kuzey kısmında, bizim salakçasına bir inançla haklarını savunduğumuz proletaryanın mutena üyelerinden biri, babasının kendisinden gizlediği paranın kabahatini bana atmaya çalıştığında öldü.

Tabii bazı insanlar diğerlerinden daha da kıymetli olabiliyor. Böyle biri, kırk üç yıllık hukukumuza (beni otuz beş sanmıyordunuz değil mi) dayanarak “iç açıcı” şeyler yazmamı istedi geçenlerde. Bir süredir uğraşıyorum ama, zaten ifade yeteneğim sınırlı, sanırım pek harika gitmiyorum. Anladığım kadarıyla “iç kapayıcı” şeyleri daha kolay görüyorum, belki herkes için geçerlidir, belki meslek hastalığı, bilemiyorum.

Bu akşam üç arkadaşımla önce yemek, sonra sinemadaydık, eğlendik ettik. İyi şeyleri algılamam lazım ama olmuyor işte öyle. Eve dönerken Çamlıca’dan aşağı, D-100 üzerinde bir bebiş gördüm, küçüktü, herhalde bu sene doğanlardan. Muhtemelen kendisine neyin çarptığını bile görmemiş öyle yatıyordu, görse de algılayacak hayat tecrübesi yok zaten, olsa yola çıkmazlar. Bazen hepsini eve toplamak istiyorum, dışarısı çok zor. Olacak iş değil tabii, bir manyakla zor baş ediyorum…

Öff ya, ne kadar isterdim gerçekten kırk üç yıl önceye dönüp, annemin babamın arkasına saklanmayı.

Düşünün şimdi, o kadar sevdiğim kedilerden birini yolda yatmışken görüp bunu yazabiliyorsam, ya yazamadığım neler var…

Have you ever dated a feminist

I usually do not date someone who is not a feminist, does this count? I have never asked BTW. At the beginning of a relation I do not ask about:

  • Zodiac sign
  • Political views
  • Feminism
  • Hair colour
  • Sexual preference details.
  • Religious views.

These are all important and valuable subjects, more fulfilling to discover and to discuss with passing time. If a partner believes, above questions can be answered in single word answers (Gemini, liberal(European), yes, natural brunette, missionary, Orthodox), then I would be out of there, even before “brunette” part. A woman potential partner (probably a man too, but I have no experience on that front) should be able to discuss:

  • That while Zodiac is a complete bullshit, there are statistical evidence about some parts of vaguely broad rules. It is more fun than a serious thing etc. etc.
  • That political reading of the socio-economic status of the population is a spectrum, she thinks this about social security, that about animal welfare etc. etc.
  • The differences between first wave and second wave is overtly exaggerated in some aspects, and broadly simplified in other aspects. While third wave was an adaptation attempt to changing world conditions, fourth wave has yet to demonstrate some “positive” contributions etc. etc.
  • “Well, it was blue and green last week, now black and yellow, what colour do you like to see during next week?”
  • “I would prefer to demonstrate when I would like to see your preferences, maybe soon maybe later”
  • How organised religion turned basically rebellious Abrahamic religion(s) into what they were not meant to be…..

See, such is called “a dialogue” and a relation must be based on this. If you ask any girl these days they claim to be feminists anyway, there is no need to ask that question. The point is to understand if they truly are or not, which requires background on both sides and takes time to understand.

Daldan dala, buluttan yere

Fırtınayı çok severim, geçen yaz o acayip dolu yağarken, ağzım kulaklarımda araba kullanıyordum. Şu anda dolu yok ama fırtına ondan bile şiddetli görünüyor.

Bu arada, 24 Temmuz 2018 sabah 04:29…

Bazen o kadar çok mayın üst üste, yan yana yerleşmiş oluyor ki, adım atmayı bırak parmak ucuyla denge sağlayarak aralarından geçmek mümkün değil, Tekila bile beceremez. Ah be oğlum, annen burada ve uyanık olsa o sarılırdı sana, ben teselli edemem seni. Derdim fırtınadan büyük belki ama kökü fırtınada… Kedinin büyümesi gerektiği gibi insanın da büyümesi gerekiyor. Yoksa bir fırtınada ışıklar gürültüler var diye korkudan titrenir mi hiç?

. TR MOL