Gerekliliği şüpheli hatıralar

Dört beş yıl önce bu fotoğrafı bir arkadaşıma göndermiştim. İlk tepkisi “evin biraz tozunu alsana, ortalık batmış…” demek olmuştu. Bir insan neden kedi çizgi filmi seyrederek oynayan kedileri görmek yerine ortalığın -bekar evi standardlarında, yok sayılacak kadar az, bu arada- tozunu görür? Uzun süre bunu abartılı mutsuzlukla açıklamaya çalıştım. Ama sanırım bu benim iyimser bakışım.

Asıl konunun, mutsuzluğun etkilerini yaşamak yerine, mutsuzluktan zevk almaya odaklanmak olduğunu düşünüyorum artık. İnsanlar bazı durumlarda mutsuzluklarını bir kıvanç kaynağı haline getiriyorlar, bu bir noktada ortak kültürümüzde de (bu arada Dünya kültürünü kastediyorum, Türkiye ile sınırlamadan) mevcut ve doğal olarak karşılanıyor. En basit ve temel örneği, istisnai insan grupları dışında neredeyse mezarların, mezarlıkların, ölenlerden kalanların saklandığı yerlerin bir anlam ifade eden, genelde saygı gösterilen, duruma göre kutsallık boyutunda önem taşıyan mekanlar olması.

Benim için, ailem ve sevdiğim arkadaşlarım için bu aylar hep bir sürü kaybın hatıralarını taşıyor. Gerek kendi adıma, gerek bu kayıpları yaşamış bir sürü insan adına gözlemim o ki, gidenlerin güzel hatıralarına odaklanıp, özlemi acıyla değil de sevgiyle yaşamak daha kolay, daha iyi… Bu şekilde giderilmesi mümkün olmayan bir özlemi yaşamayanların, çok daha kolay bir şekilde hayatı dramatize edip kendilerine acıdıklarını, kedileri bırakıp tozlara odaklandıklarını görüyorum.

Sınırlar, çizgiler nerelerde çekilmeli net bir şekilde ifade edecek kadar kendimden emin değilim. Ama bildiğim bir şey varsa, son zamanlarda mutlu olmanın gittikçe zorlaştığı, ve sanırım karşılaştırmalı olarak bu konuda olabildiğince geriden gelmekten şikayetim olmadığı.

Ocak ayının sıkıntısıyla

Annem miydi hatırlamıyorum, biri zamanında insanları kışın kaybetmenin daha “doğal” olduğunu söylemişti. Bu, insanları bırakıp döndüğüm toprağın soğukluğunu, orada üşüyeceklerini düşünüp üzülmemi engellemiyor.

Bu konuda defalarca kendimi objektif olmak için ikna etmeye çabalasam da çok büyük ilerleme sağlayamıyorum. Gerçekten de TÜİK verilerine göre Aralık-Mart döneminde ölümlerde belirgin bir fazlalık var. Mevsim şartları, yaşlananların zayıflayan bünyesi, muhtemelen sağlık hizmetlerine erişmenin güçleşmesi v.s. dolayısıyla… 2008 rakamları önümde, bu dört ayda görülen ortalama ölüm sayılarıyla geri kalan sekiz ay arasında yaklaşık %12 yukarı doğru sapma var. Ama ne yazık ki, yazdığım gibi, bu rakamlara bakıp objektif bir bakış geliştirmeye çabalamanın faydası olmuyor.

Geri dönüp düşünüyorum ve ailemde, çevremde en sevdiğim insanların Ocak başta olmak üzere kışın öldüklerini görüyorum. Her ne kadar objektif olmaya çabalasam da, her ne kadar unutmaya çalışsam da çok şey değişmiyor. Detaylarını sürekli tekrarlamanın faydası yok, sadece eskiden unutmayı, hatırlamamayı becerdiğim ölüm yıldönümleri son iki yıldır, belli sebeplerle aklıma kazınmış durumda. Dolayısıyla en ufak ipucunda kolayca su üstüne çıkan tarihlerim oldu artık.

Dün gece denizin altı, duvarın ardı v.s. bir konuda kendimce bir şaka yaptım, devamında tek cümleyle Zincirlikuyu’nun yanından geçtiğim her gün o alt geçidin duvarın ardından başlayarak hatırladıklarım canlandı. Kapitalizm bazen gerçekten iğrenç bir düzen olabiliyor. bir arazinin kıymetini korumak için, hatalı bir yatırımı düzeltme masrafına girmemek için bir mezarlığın neredeyse altına girecek yol inşa edebiliyoruz.

Bu ay böyle giderim zaten, çok şaşırtıcı değil. Anneme, onun ölümünü görmek istemediğimi söylemiştim bir keresinde. “Olmaz öyle şey, o zaman ben oğlumun ölümünü görmüş olurum…” demişti. Hemen her zaman olduğu gibi haklı ve akıllıydı tabii. Durumun doğallığı hakkında şüphem ya da itirazım yok. Sadece zamanın bir anı geliyor, öteki taraftaki sevdiklerinin adedi, bu taraftakileri aşıyor insanın. Ben daha oraya gelmedim, ama böyle bir noktanın oluşacağını anladım, algıladım. Sanırım asıl üzücü olan bu…

Eski defterler

Son iki üç gündür eski defterleri karıştırıyorum. Babaannem oldukça sert, son derece çalışkan, geçinmesi zor bir insandı. Bunun sonraki nesillerde bıraktığı etkileri silmek mümkün değil. Ama dün kendisinin gerekçeleriyle ilgili bir şey buldum.

Dedemin 1947 başında ölümüyle babaannem için düzenlenen maaş defteri çıktı kağıtların arasından. Nafia Vekaleti’nin bağladığı maaşın miktarı 16 Lira 50 Kuruş. Ayrıca maaştan mahsuben tahsil edilecek 103 Lira 53 Kuruş banka borcu var. Referans olması açısından, dedemin 1945’de satın aldığı altı lambalı bir radyonun (o dönem bir eve girebilecek en yüksek teknoloji ürünü…) fiyatı 351 Lira 60 Kuruş. Tabii aradan geçen süre dolayısıyla rakamlar tek başına anlamsız. Daha pratik bir referans olarak (1947 rakamını bulamadım, ama) ekmek fiyatı 1944’de 30 ve 1950’de 36 Kuruş, ortalama olarak 33 Kuruş.

Yani dedem, bugüne adapte edilirse 1598 lira peşin ödemeyle evine eşya alabilir durumda ve emeklilikten sonra bir işte çalışmaktayken vefat ettiğinde ardında 470 Lira borç ve dul eşine ancak 50 adet ekmek alabilecek yaklaşık 75 Liraya karşılık gelecek bir maaş ve 15-20 yaş arasında üç çocuk bırakıp gidiyor. Diğer bütün masraflar bir yana, sadece o radyonun yıllık vergisi bile o dönem 24 Lira 2019 rakamlarıyla 109 TRY bu arada…

Ben küçükken oynamam yasak olan ama merakla kurcaladıkça ilgim babaannemin hoşuna giden bir dikiş makinası vardı evin üst katında duran. Eve “katkı olsun diye” eskiden bir şeyler diktiğini anlatırdı. Kimse de bir kere “ne katkısı, evi o makinayla geçindirdi” demedi. Ama rakamlar ortada.

Hayatları bir düzene girene, çocuklar para kazanıp eve fayda sağlayana kadar tek başına evin her şeyi olan bir insan, Osmanlı kültüründe büyütülüp, gencecik evlendirilip, 37 yaşında ailesini sırtlayan bir insan, Bir dikiş makinasından hayatlar üreten bir insan…

Her ne kadar hala mutsuz olsam da sertliğinden, huysuzluğundan; Kendimi babaannemin yerine koymaya çalıştıkça, hayalimde bile o yükü kaldıramıyorum, ve fakat anlıyorum.

Babalarımızdan kalanlar

Ocak yaklaşıyor, gitmek için kışı bekleyenler olacak, “umarım bu sene Ocak ayının kayıpları listesine kimseyi eklemeyiz” diye endişeyle beklerken. Dolayısıyla insanları hatırlamak için bahaneler daha kolay bulunuyor. Demin de Eda Baba’nın “Kemancı” yorumunu duyunca babamı hatırladım.

Daha önce yazmıştım, babam Tanju Okan’a kızardı, “bu kadar da içilmez” diye. Babam öldükten, hatta annem de öldükten yıllar sonra halamdan öğrenmiştim, dedemin işreti dolayısıyla ailenin bir kısmında içkiye karşı bir tepki olduğunu. Ama bir yandan da Tatar kanı çektiğinden olacak konunun vermutla, likörle, duruma göre viskiyle geçiştirildiğini (viskiyle geçiştirmek nasıl oluyorsa!) Atasözü diyor zaten “Etmen rakı, Tatarın akkı” diye. Burada çok ciddi içmeyen biri olarak bir ukalalık yaparak Anadolu usulü rakıdansa Balkan usulünün daha doğru olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu konuda çok konuşulmamış olsa da babamın anason kokusu sevmediğini biliyorum.

Ben Tanju Okan’ın yaptığı müziği, hakkıyla değerlendirebilecek kadar, anlamıyorum. Aileden geçemeyen şeyler de oluyor işte arada. Ama hem üzüntüsünü hem de cesaretini küçüklüğümden beri sevdim. Derdi olmayan yok, ama yokmuş gibi yapan o kadar çok ki insan bıkıyor o tiplerden… Aynı şekilde başını yerden kaldıracak hali kalmadığı halde herkesin içinde ağlamaktan utanan o kadar çok insan varken, cesaret gerektiriyor duyguları ortada yaşamak.

Hiçbirine yanmam, viski kokusunu “ilaç kokusu” zannederek büyüdüğüme yanarım.Ama belki de doğrusu buydu. Gerek sigara gerek içki konusunda ailemin yönlendirmesi doğruymuş sanırım. İkisini de ciddi miktarlarda içebildiğimi gördüm geçen yaşlarla. Ama geç başlamış olmanın şansı olarak da aylarca içmesem aramıyorum. Tabii keşke babamla bir gün oturup bir kadeh martini, bir viski falan içebilseydim. Olmadı ne yazık ki. Kim bilir neler öğrenirdim.

Oluyor öyle, hayattakilerin değerini bilmek lazım ama genelde gidenlerin arkasından ağlamak kolayımıza geliyor. Oysa neler var insanları sıkıştırıp anlattıracak. Neler var sadece bir kişinin anlatabileceği, o bir kişini de “keşke bir soran olsa” diye beklediği ve sorulmayan… Tabii buraya yazıyorum da, ben yapabiliyor muyum sanki. Ocak gelecek diye düşünmeye başlayınca, sevdiğim herkes Ocak ayında ölmüş olunca… Hayat yaşayanlarla güzel ama bize gidenlerden miras. neyse işte.

Ders Almak ya da Problem Aramak

Programlamadan, insanların sonsuz gururuna kadar bazı değerlendirmelerim ve bu çerçevede “hayattan nasıl ders alınır” sorusu çevresinde notlarım var.

Muhtemelen bir meslek hastalığı olarak, sürekli bir “problem” arayışı hayatımın parçası. Programı kimin yazdığına bağlı olarak bir kodun %30 ile %70 arasındaki kısmı “asıl işi” yapmaya değil, bu iş yapma çabası sırasında doğacak olası problemleri engellemeye, tespit etmeye, mümkünse çözmeye, her durumda tercihen raporlamaya v.s. yöneliktir. Çoğu zaman bir programın ulaşmaya çalıştığı sonuca ilerleyen adımlar basit olmakla beraber, sınırlı -hatta çok sınırlı- bir olası durum kümesini ele alır. Öncelikle bu sınırlı küme içinde doğru ele alınmazsa sorun doğuracak segmentler olduğu gibi, her şeyin beklenildiği gibi gitmesi diye bir durum hayatın gerçekleri içinde yok. Dolayısıyla sınırlı bir tanımlı durum kümesinin ötesinde sonsuz büyüklükte bir tanımsız durumlar kümesine de uygun cevapları (ama asıl prosedürü değil, asla değil…) uygulayacak yapıları düşünmek gerekir sistem dizaynı yapılırken.

İnsanlar sonsuz bencillikleri ve gururları içinde kendi koydukları bazı kuralların hayatın devamına dair gerekecek bütün bilgi ve bilgeliği taşıyabileceğine inanıyorlar. Bunu ufacık apartmanların bina yönetim kurallarından, devletlerin anayasalarına kadar her boyutta kural oluşturma çabasında görmek mümkün.

Gurur konusu ayrı bir hikaye ama son planda kısa bir özet olarak başarı açlığıyla gurur paralel gidiyor gördüğüm kadarıyla. En büyük gurur gösterileri en ciddi kendine güven eksiği olan kişi veya gruplardan geliyor. Şahsi olarak tatmin arayışındaki insanlardan çok sıkıldım, ama bunun sebebi “gururumun” incinmesi değil. Daha bencilce bir sebebim var, bu tip insanlar çözümü değil sorunu arttırıyorlar. Bazıları (ufacık olanları) benim çözebileceğim sorunlar oluyor ama, birinin gururu tatmin olacak diye ben neden uğraşayım? Çoğu zaten benden büyük sorunlara sebep oluyorlar, ne hakları var???

Neyse bu yazı düşündüğüm şekilde gelişmiyor, dağınık notlar halini almaya başlayacak biraz daha rahat bırakırsam… Düşünün, düşünen insanlar lazım.

. TR MOL