Geçmişten ve soğuk savaştan…

Bugün Bohemian Rhapsody’yi izledim. Filmin genel kalitesi bir yana, arada çok dolaylı bir hatırayı uyandırdı bende. Bir yerinde Hammer to Fall çalıyor, epey kısaca, ama o sırada;

"For we who grew up tall and proud
In the shadow of the Mushroom Cloud"

kısmını duydum tabii. Hep takılmışımdır buraya. Ölümün gölgesinde ve bilinçsiz bir gururla büyüdük gerçekten de.

Fotoğraftaki ben çocukken bütün Petkim çalışanlarına evlerine götürüp ailelerine okumaları, okutmaları için verilen sivil savunma kitabı. Amerikan basımı bir kitaptan tercüme. Bu kitabın dağıtıldığı dönemde (bizim eve 1972 ya da 73’de geldiğini sanıyorum) birincil saldırı bölgesinde olan Yarımca’da toplam araba sayısı iki elin parmakları kadarken, tahliye sırasındaki trafik sıkışıklığı durumunda yapılacakları, neredeyse Türkiye’de sayılı olan otomatik vitesli arabalar problem çıkarırsa nasıl şeyler yapılması gerektiğini v.s. anlatan bir kitapçık, tabii nükleer ve biyolojik saldırının bir sürü gerekli ama ölümcül detayı yanında.

Bu arada, birincil saldırı bölgesinin ne anlama geldiğini anlatmak gerektiğini sanıyorum. Efendim birincil saldırı bölgesi, ilk olarak havalanan dolayısıyla (başarıları sadece teorik ve aslında kendileri de pek ortada olmayan) savunma sistemlerinin engelleme şansının olmadığı nükleer silahların hedeflediği alan. Kuş uçuşu yirmi kilometrelik bir çevrede Donanma Komutanlığı, liman, tershane ve denizaltı siloları, ülkenin en büyük petrol rafinerisi, en büyük petrokimya fabrkası, askeri bir havaalanı, bir ICBM bataryası (lafta gizli) ile yaşayınca kıymetli hedef oluyor ortam…

Hayatımız, daha doğrusu ölümümüz, cildi süt beyazı olmayanları insan yerine koymayan, İrlandalıları bile ikinci sınıf insan diye nitelemeyi yeni bırakmış bir kültürden gelen birilerinin dünyanın öteki ucunda yapacakları minicik bir hataya bağlı sıramızı bekledik. Bu sırada, bütün dünyanın bizim korkumuzla titrediği anlatılıyordu okulda.

Bir sonuca varmalı mıyım burada? Aynı okulda bütün yazıların giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olması gerektiği anlatılmıştı, bir da ana fikir olması gerektiği. Ana fikir açık, giriş, gelişme ve sonuç da “ben buradayım” diye bağırıyorlar. Eh idare edelim, bir yan notla;
Doğru zamanı yaşamışım; Queen vardı, Live Aid’i canlı seyrettim, The Wall’un İngilizlere yaranmak için yasaklandığı günleri gördüm, bütün dünya bizden korku ve hayranlıkla bahsederken! İlginç zamanlardı gerçekten.

Kitap, para, politika…

Demin -dalgınlıktan olacak- evde ışıkları yakmak yerine, pencereye dayanmış dışarıdan gelen ışıkta kitap okuyordum. Yoldan insanlar geçince aklıma 2. Abdülhamit’in, kardeşlerinden biri için lafı geldi. Yanlış hatırlamıyorsam kalem müdürüne olacak, “Birader yanına biri girmeden önce eline bir kitap alıp okuyor pozu verir…” diyor özet olarak.

Neyse… Okuduğumdan kısa bir notla geçip işimin başına döneyim…

– Herkesin altınını biriktirdiği gizli çıkın yok mu, timarşiyi yıkan işte budur. Para harcayacak türlü yerler bulurlar ilkin. Rahatça harcayabilmek için de yasaları bozarlar, sonunda ne kendileri sayar kanunları ne de kadınları…… Komşu komşuya özene özene, zamanla bütün toplum onlara benzer….. O zaman kendileri daha zengin, daha zengin olma peşine düşerler, paraya verdikleri değer arttıkça doğruluğun değeri düşmeye başlar. Zenginlikle doğruluk öyle ayrı şeylerdir ki, ikisini teraziye koydun mu, kefelerin biri hep aşağı iner, öteki yukarı çıkar………

Marcus Aurelius

Diye gidiyor.  Önemli olan şu ki, 2400 yıldır pek bir şey değişmemiş. Geri kalanı için aynaya bakmak lazım.

Have you ever dated a feminist

I usually do not date someone who is not a feminist, does this count? I have never asked BTW. At the beginning of a relation I do not ask about:

  • Zodiac sign
  • Political views
  • Feminism
  • Hair colour
  • Sexual preference details.
  • Religious views.

These are all important and valuable subjects, more fulfilling to discover and to discuss with passing time. If a partner believes, above questions can be answered in single word answers (Gemini, liberal(European), yes, natural brunette, missionary, Orthodox), then I would be out of there, even before “brunette” part. A woman potential partner (probably a man too, but I have no experience on that front) should be able to discuss:

  • That while Zodiac is a complete bullshit, there are statistical evidence about some parts of vaguely broad rules. It is more fun than a serious thing etc. etc.
  • That political reading of the socio-economic status of the population is a spectrum, she thinks this about social security, that about animal welfare etc. etc.
  • The differences between first wave and second wave is overtly exaggerated in some aspects, and broadly simplified in other aspects. While third wave was an adaptation attempt to changing world conditions, fourth wave has yet to demonstrate some “positive” contributions etc. etc.
  • “Well, it was blue and green last week, now black and yellow, what colour do you like to see during next week?”
  • “I would prefer to demonstrate when I would like to see your preferences, maybe soon maybe later”
  • How organised religion turned basically rebellious Abrahamic religion(s) into what they were not meant to be…..

See, such is called “a dialogue” and a relation must be based on this. If you ask any girl these days they claim to be feminists anyway, there is no need to ask that question. The point is to understand if they truly are or not, which requires background on both sides and takes time to understand.

Kimlik hakkında kısa bir not…

Son günlerde, genelde, nasıl hissettiğimin özetidir:

Verstand nur ihre Sprache nicht
Ich hab' es nicht bereut
Oh non rien de rien
Oh non je ne regrette rien

Bu konuda temel sıkıntı şu ki; Ne ben. durumu, toplumun bana açtığı yeri, tanımladığı rolü bu kadar problemli bir formda ifade etmek dışında bir yol bulabiliyorum, ne de benim ifade güçlüğüm toplumun umrunda.

Durumu, aslında karşılaştırılamayacak kadar daha güzel şekilde ifade eden biri var hayatımızda, tarihimizde:

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Neden benim ne hissettiğimin özeti, bu ufak mücevher olmuyor o zaman? Sanıyorum fark bariz aslında. Çektiği onca acıya rağmen mutluluğun, güzel günlerin geleceğine inancını ya da umudunu kaybetmemiş birinin duyguları, şu anki ortamın üzerimde bıraktığı etkiden uzak. Öte yandan başka biri şiirinde, şarkısında, Almanca’yla Fransızca’yı birleştirmek zorunda kaldıysa, zaten baştan konunun ciddi şekilde dağılmış olduğu ortada.
Tabii bir de yıllardır sürekli karıştırılan, kurcalanan, aslında canına okunan günlük hayatın dili konusu var. Bazılarında artık tembelliğimin zirveye vurduğu için tercüme etmeye bile çalışmadığım yazılar var bu blogda. Türkçe olanların ise ne kadarını önce İngilizce yazıp sonra tercüme ettim bilmiyorum. Daha ötesi asıl derdim bu konuyu konuşmak ama ciddi bir bıkkınlık üzerimde, aylardır etrafında döndüğüm halde üstüne gidemediğim bir sıkıntı bu konu. Çocuklar, bir sonraki nesil kopuyor kültürel olarak toplumdan, her seferinde bir küçük adımla…

Gereksiz detaylar

Çalıştığım bir iki iş yerinde kılık kıyafet ve hareket tarzıyla ilgili kurallar askerden daha sıkıydı. Düşündükçe garip geliyor ama, muhtemelen hapishanelerden bile daha detaylı kurallar gördüm galiba.

Askerde işler nispeten daha sıradan bir şekilde yürüyor, “ordunun verdiği kıyafet dışında bir şey giymek yasak”. Eh özgürlükçü olduğunu söylememiştim, en azından kendi içinde mantıklı ve takibi de uygulaması da kolay… Hapis zaten “özgür olunmayan” bir ortam. En azından “şartların insani olup olmadığı” tartışılırsa, kimse şaşırmıyor.

Kapitalist düzen, cilanın altında çok daha baskıcı. Bazı şirketlerin kurallarında “sakal bırakılırsa ‘modern kesimde’ olmalı” şartı vardı. Normal fütursuz Can yaklaşımıyla kaç yöneticiyi sıkıştırdıysam da, birinden bile ne “benim sakalım modern, nasıl kesersem modern olmayacak” sorusuna, ne de “son kararı şirket berberi mi veriyor” sorusuna cevap alamadım. Bu arada tek şirketten de söz etmiyorum, bir yerde kural kitabını “bir profesörler ekibinin” yazdığını, bir başka yerde de “bir profesörün özel bir proje kapsamında yazdığını” (yani yakaladığı boşta kalmış ilk asistana yazdırdığını) hatırlıyorum. Muhtemelen ikinci şirket birincinin kitabını bulup kopyalamıştı. Hala “modern sakal” derdindeki insanların neden kendilerini kıldan tüyden konuların ötesine taşıyamadığını konuşamıyoruz, ama temel gerekçe bu paragrafta yatıyor…

İlginçtir, kıyafet konusunda şirketlerin imajlarıyla kuralları arasında bir ters orantı var. Tanıdığım en düzgün giyinen insanların olduğu iş yerinde kural “takım elbise ve boyun bağı” genişliğindeyken, bu kalitede ortam görülmeyen yerlerde “kumaşın asıl ve ikincil rengi şu olmamalıdır”, “çoraplar söyle, böyle olmalıdır” seviyesinde detay vardı. Benim başıma (nedense !!!) gelmemekle beraber bir hanımdan dinlemiştim “sağlıklı bir görünüm verecek makyaj” eksiği müdür seviyesinde yöneticilerin, sabah kapıdan “makyajınız yetersiz” diye çevrilmesi için gerekçe olabiliyormuş belli endüstrilerde.

Hep, içerik eksiği olan çevrelerde görünüme gösterilen aşırı bir özen olduğunu düşündüm. Tabii ortamın profesyonel imajı olmalıdır, tabii belli beklentiler, sektör alışkanlıkları var. Ama bana rahatsız edici gelen iki temel nokta var. Öncelikle bir insan yaptığı işin gerektirdiği şekilde giyinmeyi kendi başına beceremiyorsa, o işi vermeden önce en azından giyinmeyi öğrenmesini sağlayacak kadar tecrübe kazanması gerekiyor demektir, bu işi yönetmeliklerle, saçma kurallarla yürütmeye çalışmak karşılıklı saygısızlık gibi görünüyor bana. Diğer konu da şu, kurallar hiç bir zaman karşılaşılacak bütün şartları cevaplayacak detayda yazılamaz. Buna rağmen en basitinden ISG kurallarına aykırı beklentileri yönetmeliklere koyan, sonra da “inisiyatif kullanın” diyen yöneticiler, acaba diğer işlerini ne beceriyle yürütüyorlar.

. TR MOL