Kirazlar

Ben daha bir yaşına gelmeden ailem Yarımca’ya yerleşti. Artık pek hatırlayan kalmadı ama; “Türkiye’nin en büyük köyü” (1975’de 36.000 kişi…) olmadan önce, Petkim, İpraş, İgdaş ve Marmara Tersanesi ile Türkiye’nin en büyük sanayi merkezlerinden biri olmadan önce, Disk’le Türk-İş’in çarpışma noktası olmadan önce, Yarımca kirazlarıyla meşhur bir balıkçı köyüydü.

Aslında yazdıkça, ne kadar şanslı bir çocukluk yaşadığımızı anlıyorum. Millet Istanbul’da sabah çıktığı eve akşam dönüp dönemeyeceğini bilemezken, Yarımca’da solcusu, sağcısı sendika temelli sosyal politikalar üzerine siyaset konuşurdu. Evlerde tartışmalar, toplantılar olur ama kimse kimseyi bombalayarak, kahvesini tarayarak, domuz bağına alıp ensesine sıkarak öldürmezdi. İnsanlar birbirlerinin politik görüşlerini, oy verdikleri, çoğu zaman “tutukları” partileri bilir, ama oturup yıllardır göremediğim medeniyette politika tartışırlardı. Daha ötesi etnik ayrımın ne olduğunu bimeden büyüdük ki, nasıl bir nimet olduğunu ancak yıllar sonra anladım. Ne benim dört milletten gelmem konu oldu, ne de iki yaşında tanıştığım en eski arkadaşımın annesinin Türkmen, babasının Kürt olması sorun çıkardı. Babamın fabrika vardiyasından gelemediği geceler, biz “Kürt ve mert” birine emanettik, onların babası gelemediğinde “Tatar ve abi” olarak benim babama güveniyordu insanlar.

Ortalık cennet değildi tabii, Yarımca’nın da bir mafyası vardı, Türkiye’nin endüstriyel uyuşturucu ithalatının önemli kısmı yakındaki Derince limanından girip Yarımca üzerinden dağıtılırdı. O dönemin sosyo-ekonomik profilleri dolayısıyla “eroin kullanan şımarık zengin piçlerine” çok acıyan da yoktu çevrede. Kimsenin yerli malı, tarım ürünü esrarın lafını bile ettiğini hatırlamıyorum. Eroin trafiğini yöneten “abiler” komşularının çocuklarını korumak adına her tür uyuşturucuyu yasaklamışlardı. Orada yıllarca yaşadım, en zengin ailelerden birinin problemli bir oğlu dışında müptela, kendi malını kullanan bir küçük dağıtıcı dışında ölen birini duymadım.

Bu ortamda Yarımca’nın fabrikalardan önce meşhur olmuş önemli ürünü kirazdı. Özellikle de, Istanbul’a gönderilen Dalbastı kirazı dışarıda bilinirdi, daha güzel olan Karabodur çoğunlukla tezgaha bile çıkmadan hediye olarak sepet sepet komşulardan gelirdi. Böyle bir yerde büyüyünce, çok şaşırtıcı olmayan bir şekilde kirazı çok sevdim. Annem de o sıralar hiç iştahı olmayan incecik oğlu bir şeyleri isteyerek yiyor diye ilk çıktığı günden bittiği güne kadar evden eksik etmezdi.

Bir gün, daha net olmak gerekirse 1976 Mayıs ayında kızamık oldum. Çok arkadaşımın doktoru olan Rıdvan amca bir araba ilacın yanında bir de müjde verdi, “alerjik reaksiyon verebilir, iyileşene kadar kiraz yasak” dedi. Açıkçası saflık mı kurnazlık mı hala bilmiyorum, annemin doktorumla ciddi ciddi pazarlık ettiğini görene kadar aldırmadım, “nasılsa bir şekilde yerim” diye düşündüm sanırım. Fakat annemin “günde beş tane, ama dikkatli olun, hemşiresiniz şoka falan girerse diye dikkat edin…” şeklinde müsade aldığını görünce çok kötü olmuştum. Hâlâ, her senenin ilk kirazını yediğimde, o günlerde akşam yemeğinden sonra metal çay tabağı içinde gelen beş tane kirazı hatırlarım.

Bu sene ekstra bir durum var. Canım her kiraz istediğinde annemi hatırlıyorum. Haziran’ın ortası geldi ama sera malı, aşırı pahalı ve lezzetsiz kirazlar dışında bir şey Istanbul’a gelmedi sanki. Her yediğim kirazda, ailemin hastalığım yüzünden bana yediremediği, özeneceğim diye kendilerinin de yiyemedikleri kirazları düşünüyorum. İnsanlar özenen çocuklarına bu fiyatla ve bu düşük kalitede, ne yediriyorlar onu merak ediyorum.

Çocukluğumun bir parçası daha ölmüş gibi hissediyorum. Bunun ne kadarı ekonomik problemler, ne kadarı ağaç ile odun arasındaki farka aldırmayan kültürümüzden geliyor bilmiyorum. Geçen yaz, birine, çok sinirlenip kavga çıkmasın diye arabaya atlayıp İzmit’e gidip gelmiştim. O sırada Yarımca’da da gezdim, Ben çok kiraz seviyorum diye alınan, sonra evlenirken çıkan masraflar için satılan kiraz bahçesi dahil ortada bahçe falan kalmamış, her taraf kelimenin tam anlamıyla beton yığını… Sanırım biraz da göçebe kültüründen kaçışın sonucu bu. Mezarlıklarımız bile beton ve mermere boğulmuş durumda. Kiraz bahçelerinin ne gücü olacak buna karşı çıkacak?

Politika ve Teknoloji

İnsanlar Amerika’da da en az Türkiye’de şikayet ettiğimiz kişiler kadar teknolojiyi teknolojiden habersiz kullanıyorlar. Bizim haberlerden sıkıldığım için, bir süredir yabancı haberleri takip etmeye başladım. Amerika’da kasırgalar bir yana, en çok konuşulan konu Rusya’nın başkanlık seçimlerine müdahale edip etmediği.

Biraz önce izlediğim, bu konuda bir haber oldu. MSNBC’de Rusya’nın kullandığı Troll Farm’lar hakkında haber… Ana fikir olarak “korkunç Rus trollerinin devlet tarafından finanse edilen ama devletle ilişkisiz organizasyonların binalarına toplanıp (masum ve saf) Amerikan vatandaşlarını etkileyecek sosyal medya mesajları ve online reklamlar oluşturdukları, dolayısıyla online politik aktivitenin kontrol altına alınması gerektiği” işleniyordu. Şimdi, özellikle yakından takip etmeyenler için; MSNBC Amerika’da “sol” kabul edilen politik görüşün önde giden, hatta muhafazakarlar tarafından neredeyse hain olarak görülen temsilcisidir. Teknoloji konusunda da öncü ve ne yaptığını bilen bir organizasyon olduğu söylenebilir. Bu noktada bir yapının Internet sansürü önermesini ve benim “mantık” anlayışım çerçevesinde gayet mantıksız bir pozisyona girmelerini analiz edebilmek gerekiyor. Bazı ana maddeleri aklıma geldiği sırada yazıyorum, ama arada bir tane bile olumlu nokta bulamamak beni çok düşündürdü:

  • Trump’ın savunulacak tarafı yok aslında, ama Amerikan “sol” görüşünün yenilgiye verdiği inanılmaz seviyedeki şekeri elinden alınmış çocuk davranışları Demokrasiye sadece kazandıkları sürece inandıklarını gösteriyor.
  • Internet’in geldiği ve gitmekte oldu yönün günlük hayatta (ya da RL diyelim) olan etkilerini daha kabullenememişler.
  • Muhalefet’in ne olduğunu unutmuşlar. Ne yazık ki Türkiye’de de yaygın olan bir yaklaşımla, her tür karşı görüş sahibini “troll” diye etiketleme yaklaşımını benimsemişler. Şu kadarını söyleyeyim, troll tanımları doğru olsa benim şu anda Rusya’da yaşayan 18 yaşında bir çocuk olmam lazım, sırf bunları yazdığım için bile. Neyse ki saf ve masum olmayan okuyucularım olacağını umuyorum (bu iyi bir şey miydi? bilemedim 🙂 )
  • Sansüre gitmekten çekinmeyecekler, fırsat buldukları anda.

Özet olarak Amerika’da durum parlak değil. Oradaki arkadaşlara kolaylıklar diliyorum.

Politika

Uzun uzun yazmak istiyorum ama sıcak, iş güç v.s. kimse uzun şeyler okumuyor bugünlerde.

Eco’nun beni en etkileyen ve prensip edindiğim lafıdır “In the United States, politics is a profession, whereas in Europe it is a right and a duty.” Bizde de, Özal zamanında konulmuş hedef doğrultusunda “Küçük Amerika” olmaya çalışıldığı için, benzer şekilde politikayı politikacılara ve yapacak başka işi kalmamış kahve köşesi ahalisine bırakma eğilimi kuvvetli. Dün Maltepe’de gerçekleşen mitingi politik olarak analiz etmek yerine metre kare başına insan sayısından yola çıkan kelle hesabı yapılıyor çok yerde, tam da bu sebeple.

Her yerde söylenen bir şey var, en temel problemimizin “eğitim” olduğu hakkında. Gördüğüm kadarıyla ne politikacılar “politik olmak için” gerekli eğitime sahip, ne de politikacı olmasa bile “politik aktivitede bulunması gereken” halk bunu yapacak eğitime sahip. Bir, çok belirgin sonucu yazayım, geri kalanı bunun ucuna bağlı devam ediyor zaten. “Kendinden olmayanı” siyasi rakebet değil de kan davalısı, düşmanı görme saplantısı gittikçe de derinleşerek toplumun ruhuna yerleşmiş durumda. Bu noktadan çıkmak yerine saplanmak çoğu politikacının işine geliyor, çünkü hayatlarını kolaylaştırıyor. Bu durum nasıl düzelir diye düşünmek, yolu bulmak ve uygulamak lazım. Gereken motivasyon, yetkinlik ve güç ise ayrı ayrı odaklarda, bu odakların bir araya gelmek için bir gerekçeleri olmadığı sürece de durum düzelmez.

Tabii cehaletin ululanması sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, tıpkı Türkiye’de çoğu kişinin iddasına rağmen sadece belli bir politik görüşe özgü olmadığı gibi. Amerika, Doğu Avrupa, hatta İngiltere’deki mevcut utanç verici durum, bunların örnekleri. Teselli mi? Değil tabii ama problemin derinliğini görüp anlamak için iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Güncele dair notlar

Yazmayı, konuşmayı isteyip zaman, fırsat, arkadaş bulamadığım bazı konular var epeydir. Şu anda yazıyorum çünkü Amerika’dan birinin benzer bir yazısını okudum. Yalnız olmadığımı oradan biri sayesinde görmek iyi mi kötü mü bu ayrı bir tartışma konusu.

Hepimizi çevremiz belirliyor, bu konuda çok şüpheye yer yok. Hepimiz değilse bile çoğumuzun düştüğü bir hata ise dünyayı çevremizden ibaret sanmak. Benim şansım vardı; Babam ben beş yaşındayken 15 20 dakikasını ayırıp, arabaya ne kadar benzin koyarsak koyalım, yolun sonuna kadar gidemeyeceğimizi her zaman bir sonra gidilecek bir yer olduğunu anlatmaya çalışmıştı. O sırada ne kadar anladığım şüpheli ama belli bir hayat görüşü oluşturacak etkiyi bırakmış üzerimde.

Çevremde ben de dahil herkes dertli, herkes nereye göç etsek derdinde, herkes çocuklarını ne yapacağını, nasıl büyüteceğini kuruyor. Tabii benim çocuk büyütmekle ilgili tek derdim, kedilerime düzgün mama almaya devam edip edemeyeceğim, çevrede düzgün kum satan tek marketin cemaatçi olduğu ortaya çıktıktan sonra batmış olması v.s. Daha dün Yunanistan’a taşınmanın mali avantajlarını ve Fas’ın sıkıntılarını konuştuk. Ben hala Fas diyorum ama, bakalım…

Benim dahil olmadığım, ama çevremde çok yaygın görünen endişeler ve konular da var. Herkes Cem hoca’nın Özdil’e nasıl geçirdiğini konuşuyor. Yirmi yıl önce de ani ve sağlam çıkış yapma yeteneği vardı, kaybedecek değil ya… Gösterdiği tepki, akademik formatta, eksik/hatalı yapılmış bir incelemenin eleştirisidir. Boğaziçi’nden akademik bilginin günlük hayata uygulandığı bir örnek çıkması konu oluyorsa, halimiz harap demektir. Yine yirmi sene önce, Irak’ta (Saddam Hüseyin diye bir adam vardı, hatırlar mısınız, onun diktatörlüğü altında) Kürtçe akademik çalışma yapılabilirken, Türkiye’de neden yapılmadığını tartışıyorduk. Şimdi Türkçe bile yapılamıyor olmalı ki, bu kadar gündem oldu bir akademisyenin çıkışı.

Herkes Boğaziçi’ndeki rektör atamasını konuşuyor. Hocam, Sütçü İmam diye bir üniversite var memlekette, rektörü hakkında siz ne kadar şey biliyorsanız, Hisarüstü mahallesi dahil, halk da Boğaziçi rektörü hakkında o kadarını biliyor. Üstün Ergüder gibi harika bir adam rektör olduğunda da sistem hatalıydı. Önemli olan, hatalı sistemi işimize gelen sonuçlar ürettiğinde eleştirebilmek.

Fırsat bulur da elitist hassasiyetlerinizi incitmekten korkmazsanız şu yazıyı da bir okuyun, fitil niyetine…How did Donald Trump win the 2016 Presidential Election? . Politik ortam olarak farklı olabilir, ama sosyal kopukluk açısından bize çok paralel. Ben, mezun olduğumuz sırada, “Amerika’ya gitmem, orası polis devleti” dediğimde acıyarak bakan arkadaşlarıma öpücükler sallıyorum. Özal’ın hayalini gerçekleştirmiş de aşmışız bile, Küçük Amerika’ya hoş geldiniz, ve günaydın…

Özümsenmiş faşizm

Malum, bir meslek hastalığı olarak;
Hayatın akışına, akışın kontrol ve raporlamasını yapan bilgisayar programları gibi bakmak kolay geliyor. İnsanların yazdıklarını, söylediklerini isimlerden sembollerden arındırıp, temel mantık ve kurallar çerçevesinden bakınca bazı çirkinlikler çok belirgin şekilde gün yüzüne çıkıyor. Özümsenmiş faşizm de bu cümleden hayatımızdaki en görmediğimiz, görmemekte ısrarcı olduğumuz çirkinliklerden biri.

Dün facebook’ta bir yazıda, hem de çok yakınımdan, iki kişinin ortak olarak “biz toplu cezalandırma uygulayan lider istiyoruz” dediklerini gördüm. Tabii bu şekilde ifade etmedikleri gibi, muhtemelen bir kahramanlık hikayesini övdüklerini sanıyorlar, muhtemelen ilkokulda bize ezberletilen yalanların arkasına bakmaya da çalışmamışlar.

Her şeyden önce, toplu cezalandırma uygulanan bir ortamda yaşamak istemediğim gibi, bunu uman insanlarla da ortak bir noktam olmasını istemiyorum. Hepsinden ötesi, hayattan habersiz, yazdığını, paylaştığını düşünmeyen, kolay gaza gelen, provokasyonlara bu kadar açık insanlarla bir arada olmak en kötüsü…

. TR MOL