Görüntüyü Kurtarmak

İsimleri açık etmemek adına: Bir işte birlikte hareket etiğimiz ve en azından da 15 yıldır falan tanıdığım bir iş arkadaşım var. Son zamanlarda belli konularda ortak çalışmak üzere bir iş anlaşması yaptık. Ana fikir olarak takip etmekte zorlandıkları bazı işleri biz lokal olarak takip edeceğiz. Neyse uzun ve ticari olarak sıkıntılı hikayenin özeti; Patlak olduğunu bildiği ve kendisine farklı şekillerde bu sene halledemeyeceği anlatılmış işleri yaşatmak için yırtınan ve benim de yardımcı olmam gereken bir iş ortağımız oldu bir anda. İşin durumu ve olası gelişimi gayet ortada ve çok zeki olmaya gerek yok durumu okumak için. Halen merak ediyorum, yırtınmanın ne kadarı “yeterince çabalarsam imkansızdan bir mucize çıkarırım” diye, ne kadarı “yeterince çabalıyor görüntüsü vereyim, uğraştık, konunun en iyi uzmanını da bulduk ama seneye kaldı” demek için bilmiyorum.

Bu görünüşü kurtarmak çabası o kadar yaygın ki, hayatın her yanında, çevremde, arkadaşlarımda; Acaba problem bende mi, insanlara ne sağladığıma değil de ne gösterdiğime mi odaklansam diye düşünüyorum zaman zaman. Ama belli ki bir yerden sonra huy değişmiyor. O kadar ilginç, güzel, aslında düzgün v.s. insanlar tanıyorum ki tek eksikleri (ya da fazlaları…) başkalarının ne düşündüğüne aşırı takılmış olmaları. O kadar çok aynı hikayeyi farklı ortamlarda dinledim ki, bir yerden sonra baygınlık geliyor gerçekten:

  • Sen bekarsın, konuşmak kolay  (yavrucum, evliyken de böyledi..)
  • Senin çocuğun yok, okuldaki diğer veliler ne der (onlar senin ne dediğini düşünüyor mu)
  • Sen kendi işini yapıyorsun, hesap verecek kimsen yok (ya tabii, tabii…)
  • Sen Boğaziçi’nde okudun (bu en iyisi, verecek bir sürü cevap var da okulun adını batırmayalım, Boğaziçi’ne ilk seminerimden sonra öğrencileri bozmayayım diye bir daha çağırmadılar, neyse…)

Son bir iki aya kadar bu başkaları için yaşama saplantısını sadece Türkiye ve Amerika’ya özgü sanıyordum. Sözünü ettiğim iş ortaklığından beri en beklemediğim yerden de çıkabileceğini gördüm. 13 ya da 14 yaşında klinik psikolojiyle ilgili (ya tamam tamam, önüne geleni okumamam lazım da çok geç artık…) bir kitap okumuştum, babamın kitaplığından yürütüp. Kitabın sonunda, babama koşunca tek cümlede “o kitabı okuyup, kendinde bir hastalık BULMAMAN mümkün değil” demişti. Ertesi gün de Emile’i okumaya başlamıştım… Demem o ki, başkaları ne düşünür diye dert etmemek bir hastalıksa, ben halimden memnunum, umarım tedavisi yoktur. Ama sağlam olan bensem (ki malum, öyle aslında) ciddi bir kalabalığa acil şifalar dilerim.

Eğitim, Hayat, İngilizce v.s.

Çeşitli şekil, ve bahanelerle Istanbul’daki dört üniversitede, beş bölümde sıraya oturup, ders dinleyip, sınava girdim. Hatta bu kadar çok okul dolaştığım için sivil polis olduğumu sanan arkadaşlarım bile oldu. Ne öğrenip öğrenmediğime, bunların ne kadar işe yarayıp yaramadığına bakıyorum. Garip bir şey farkettim bir süre önce. Öğrendiğim hemen hemen herşeyi kullanmışım hayatımda.

Tabii önemli olan “nasıl” sorusu. Çalıştığım bütün işlerde eğitimini aldığım konuların etrafında dolandım, hiç doğrudan “işim” olmadı okulda öğrendiklerim.  Ama dönüp bakınca bir yerde Yıldız’da, bir yerde Vezneciler’de, bir yer de ötekilerden birinde öğrendiklerimi kullanmışım gerektikçe. Sanırım bu biraz da Internet sayesinde ortadan kalkan ama bir zamanlar çok yaygın olan “ansiklopedi okuyan çocuk” durumunun bir uzantısı. Tek tek bakıldıklarında ne işe yarayacakları belli olmayan ama bütünün bir kısmının eninde sonunda işe yarayacağı kesin bilgiler yığınını öğrenmek, ne işe yarar diye sorgulamamak…

İngilizce de bu konunun bir devamı sanırım. Sık sık eleştirilen tarafları var yabancı dilde eğitimin. Katılıp katılmadığım noktalar var bu eleştirilerde ama çok belirgin bir şey var. Kültürle beraber İngilizce de günlük hayata ciddi şekilde sızıyor. Görmediğim şeyleri anlamamı sağlayan insanlardan bir okul arkadaşım, “günde ne kadar sefer İngilizce kullandığını farketmiyorsun, farkında olsan…” demişti. Ondan sonra daha dikkatli olmaya çalıştım bir süre ama anlamı yoktu, teslim oldum.

Blog

Aslında “blog yazmak benim neyime” diye düşünmüyor değilim. Ama sosyal medya’da yazdıklarımın, yazmaya çalıştıklarımın, o platformların altyapıları ve genel kullanıcı kitlesinin hayatını kolaylaştıran sınırlamaları dolayısıyla çok istediğim gibi çıkmadığını, formatlanamadığını, okunmasının zor olduğunu ve benzeri durumları gördüğüm için aylardır aklımda bu siteyi daha canlı hale getirmek vardı.

İlginç zamanlarda yaşıyoruz, Türkiye’ye özgü olduğunu sandığımız problemlerin, Dünya’da yaygınlaştığı, üstelik bizden daha kötü halde olduğunu gördüğümüz günlerdeyiz. Sanırım “oh olsun, onlar bizden de kötü durumda” diye sevinmek ruhumuza işlemiş. Son iki üç aydır, neredeyse sürekli, Amerikan haber programlarını seyrediyorum, moralim oldukça düzelmiş durumda. Açıkçası bunu “olumlu” bir mesajla başlamak adına yazmıyorum, ama sanki sonuç biraz o şekilde gelişti.

Bakalım yoğunluğu düzensiz işlerden, düzensizliği yoğun günlük hayattan ve takılıp kalmayı sevdiğim detaylardan fırsat ve motivasyon kalıp yazabilecek miyim. Facebook’ta yazdığım bazı notları, Quora’da verdiğim bazı cevapları v.s. buraya da kopyalayacağım. Bunları tarihlerine göre organize edince, bu yazıdan daha eski postlar görünecek ama gerçek başlangıç bugün…

Bir miktar doluluğu şüpheli laf

Facebook profilime bakarsanız “I am the one with lots of words and almost no filter at all” yazıyor. Filtrenin hala orada olmadığı doğru ama zaman zaman bu gevezelikle söyleyecek söz bulamadığım oluyor.

Her sıkıldığımda yaptığım gibi fotoğraf arşivime bakıyordum. Bazılarınızın haklı olarak şikayet ettiği gibi, kedi fotoğraflarıyla dolu. Her zaman olduğu gibi Çıt çıt’ın fotoğraflarını hızlı geçmeye çalışıp, her zamanki gibi başaramadım. Her zaman olduğu gibi babamı görmemeye çalışıp atlayamadım, annemi hiç söylemesem daha iyi.

İnsanlara akıl verirken kolay, “üzüntüleri endişeleri geride bırak” demek. Biri oğlumdu, diğerleri bana “oğlum” dediler yıllarca. Üzüntüler unutulmuyor. Tekila’ya baktıkça, onca yemeğe rağmen şişmanlamadığını, hep sıcak gezdiğini gördükçe de endişeler gelip duruyor. Söylemek kolay yapmak zor…

Daha ötesi, benden içeri, daha derin dertleri hiç saymıyorum. Saysam ne olacak kafama çözüm mü düşecek? Günlük bulduğum mutlulukları da o dertlerle mi karartayım diyorum. Şimdilik bu yaklaşım işe yarasa da bir gün yaramazsa diye bir de meta-derdim var ama o da sırasını beklesin bakalım.

Eh ilk yazdığım doğruymuş; Konu çok ama söyleyecek söz çok yok.

ps: I …. … !

Hatıralar, kıyafetler ve roller, etiketler

Ne kadar yaygın olduğu tartışılır, ama yaşadığımız anın ve anların ve hayatın tamamının aslında ve sonuçta sadece hatıralardan oluştuğuna inanan, inandığını bilmese de öyle yaşayan çok insan var. Bu noktadan hareketle de “hatıralarımız güzel olsun” diye bir yaklaşım… Hatıralar biriktiriyoruz, bir otelin lobisinde, Kapadokya’da bu seferlik düşmeyen balonda, Arkeoloji Müzesi’ndeki şanssız mumyanın önünden kaçar gibi geçerken. Daha kötüsü kaçamadığımız hatıralar kalıyor hayatımızda; Çöpleri karıştıran çocuktan, askerden dönmeyen hep genç kalmış arkadaştan ya da detone olduğunu kendi farketmedikçe sıkıntı yaşamayan şarkıcıdan.

Bu hatıraları süslüyoruz kıyafetlerle, çıplak bedenleri kaplayan kumaşlar kılıf olyor, saygı topluyor, dedikodu çekiyor, keder doğuruyor, para getiriyor, hayat götürüyor. X ışınlı gözlük hayallerine sahip insanlar iki milimetrelik elyaf tabakasının altında kimin olduğuna aldırmıyorlar. Uzaktan ve yarı gizli dedikodular için en kolay malzeme bir insanın görüntüsü sonuçta. Görüşler ve kültür ve birikim ve karakter hakkında konuşmak için gerçekten düşünmek lazım. Kimin zamanı var düşünmeye, dedikodu için nefes harcamak varken?

Rollerimiz var, bize yakıştırılan. Ve etiketlerimiz o rollerin bize yapıştırdığı. Ne kadarından haberimiz var hala anlamadığım, ne kadarı bizim hiç bilemediğim. Bilmediğimiz etiketleri yırtınca beklemediğimiz tepkiler alıyoruz, “hiç yakıştı mı” diye. Anlamadığımız etiketleri buruşturuyoruz, siyah ayakkabı içine beyaz çorap giyerek. Sahiplenmediklerimizin durumu da acıklı ama en kötüsü sahiplendiğimiz etiketler. Biliyorum, o “çalışkan çocuk” gidip ayaklarını uzatıp uyumak istiyor günlerce, o “sevimli kız” önüne gelene basacak yıllardır biriktirdiği küfürleri, o “orospu”’nun tek hayali sevgilisine kavuşmak, o “akıllı adam” saçmalamak istiyor artık… Olmuyor, “sonra ne derler” diye.

Ben ne yapıyorum diye kendime bakıyorum. Eleştirsem de düzenin içinde, düzen ve düzülenle uyum içinde, devam ediyorum yaşamaya. Eskiden siyah kıyafetlerime laf edilirdi, artık ağırbaşlı gösteriyormuşum. Eskiden belime kadar saçlarım anneme başka dert olurdu, sevgilime başka, eh o saçlar da benden önce toprağa kavuştular. Eskiden beni anlasınlar isterdim, artık ben onları anlamaya çalışıyorum. Değişen şeyler var demek bende, “değişmeyen tek şey değişim…”. İyi iyi, acil durumlarda hızla uygun bir beylik laf da çıkıyor. Bir de, değişim var da gelişme ne kadar diye soracak kadar kafamın çalışması lazım, sadece sabahın beşinde değil de hayatın her anında… İşte o biraz şüpheli.

Buraya kadar okuduysanız sabırlıymışsınız. Ne güzel, ben yazarken zor sabrettim, açık açık anlatmak istediklerimi nasıl örtsem de nasıl insanlar kırılmasa diye kıvırdım. Siz okurken kıvırmayın en azından…

. TR MOL