Mülkiyete dayalı mutluluk

İnsanlar sahip oldukları şeyleri unutmak konusunda çok başarılılar. Bu noktada genelde güzelliğin geçiciliğinden, harcanmayan paranın kimseye faydası olmadığında, kıymetli dostluklardan falan söz edilir. Benim derdim bunlarla değil.

Daha temel bir konu var ortada, insanlar ellerindeki bazı şeylerin, daha doğrusu ellerindeki her şeyin her an gidebileceğinden haberdar değil gibi yaşamayı seviyorlar. Bunun daha da acıklı bir sonucu olarak mutluluklarını kalıcı mülkiyetleri altında sandıkları olguların üzerine inşa ediyorlar. İşin ilginç tarafı, Türkiye’de yirmi kişiye bir (on kişiye kadar çıkan iddialar da var bu arada…) mülteci düşerken gözü bu kadar kapalı yaşamak büyük başarı sanırım.

Hayatı yaşamak yerine endişeleri yaşamak gerekmiyor. Ama hayatı yaşarken gerçeklerin farkında olmamaya çabalamanın da çok anlamı yok. Elimde olan şeylerden bana ait olan ve onun da her an tükenmesi mümkün olan tek şey zaman. Bunun kıymetini bilmek, gerçekten hayatı yaşamak varken, sadece anlamsız ve dayanaksız güvencelere dayanmak olsa olsa hayal kırıklıklarının boyunu uzatır, son aşamada. Demem o ki, zamandan başka kaybedecek bir şey yokken zamanı çok kolayca ve çok gereksiz şeylere harcıyoruz, özellikle de aslında kıymetsiz başka şeyleri korumak uğruna.

Hayatın anlamsız kriterleri üzerine

İlginç (ya da değil) ama daha önce neden farketmediğimi bilmediğim (ok bilmiyormuş gibi yapıp kendimi iyi hissetmeye çalıştığım, yoksa ayakta uyumak…) bir şeye uyandım dün, ve aslında daha ilginç şekilde bugün.

Kimse (abartmıyorum, hiç kimse) hayatından memnun değil. OK bunu anlamak zor değil, ortam kötü, dünya da pek parlak sayılmaz v.s.. Garip olan halinden memnun olmayanlar, ellerinde olmayana özenip, “bunlar benim olsa”, “bu pozisyonda ben olsam”… diye hayaller kuruyorlar. Daha da garip olan bu özenme karşılıklı, ben karşımdakinin durumuna özenirken, karşımdaki benim durumuma özeniyor. Buradan bazı sonuçlar çıkarmak gerekiyor sanki:

  • Muhtemelen pek çok insan karşısındakini tam anlamıyor
  • Muhtemelen daha da çok insan kendisini anlamıyor
  • “Anlamak”la “anlayışlı olmak” arasındaki farkı bilmeyen bir sürü insan var.
  • ……

Bunlara nereden geldiğimi söyleyeyim. Bu ara biraz yoğun giden toplantılarımın arasında son bir iki gündür genç  arkadaşlar çıktı karşıma. Ben onların gençliklerine özendim “ben de bir zamanlar gençtim” diye. Onlar tecrübe ve çevreye özendiler “adres defterinde binden fazla kontak olur mu, vay v.s.” diye. Ben açıkçası anlatamadım, biliyor olmaktansa öğrenmenin daha zevkli olduğunu, o adres defterinin beş altı binden iki binin altına zor indiğini ve sürekli eleme gerektirdiğini… Onlar muhtemelen beklemekten sıkıldıklarını anlatamadılar ama ben o yollardan geçmiş biri olarak biliyor olmalıyım. Ama ancak konu üzerinde düşününce netleşebildim yeterince.

Neyse işte kimse elindekinden mutlu olmuyor.

Kimlik, kişilik ve eğitim

Ben küçükken (geçen yüzyıl diyelim…) hayatımı biçimlendiren şeylerden biri okuduğum bir yazıda geçen bir laftı. Sanırım CCC üyesi biriyle yapılan bir röportajda “if I have a computer, why should I work” gibi bir laf edilip arkadan “iyi programcı tembel olur” diye bir hayat felsefesi getiriliyordu. Demek ki daha o sıralarda bu tür yazıları okuyacak kadar kafamda bir meslek hedefi, algısı varmış. Muhtemelen bu yazı da epey motivasyonumu yükseltmişti.

Tabii işin gerçeği şu: Tembellik göreceli bir bakış, program yazarken düşüncelerimizi, mantığımızı, belki bunlar kadar önemlisi kontrollü paranoyamızı anlayıp, analiz edip bir metod dahilinde kayıt altına alıyoruz. Bunu yapmak çok da tembellere, hele disiplinsiz tembellere göre iş değil. Ama olan şu, söz konusu kayıt altına alma işi bir kere düzgün yapıldı mı, bir daha aynı konu üzerinde “düşünmek” ihtiyacı (umulur ki) kalmıyor. Dolayısıyla programlaması yapılan konuyu hayattan çıkarmak ya da en azından sıkıcı kısımlarından kurtulmak mümkün hale geliyor.

Burada karşımıza çıkan önemli noktalar şunlar:

  • Çoğu konuda, genelde sanılanın aksine bir tek doğru olmadığı, ama bu farklı doğruların belli bir mantık çerçevesinde açıklanabildiği bir hayat bakışı gelişiyor zamanla. Burada önemli noktalardan biri şu; “Mantık”, “istatistik” ve “matematik” çoğu zaman sıradan insan içgüdülerinde doğru olduğu sanılan şeylerin aslında hesaplamalar yapıldığı zaman yanlış olduğunu gösteriyor. Mesela basit bir örnek olarak, Istanbul içinde ortalama araç kullanma hızı bugünlerde 32 km/h ve mevsim ilerledikçe 28 km/h’ye kadar düşecek. Çoğu insan 140, 150 km/h gibi hızlarda araba kullanarak bir yere “çabuk” gittiklerini sanıyorlar, ama öyle değil. Programcılık, hayatın her noktasına bu tür analitik bir gözlükle bakma alışkanlığı getiriyor.
  • Yine çoğu konuda, eğer harici değişkenlerde bir değişiklik yoksa, aynı konuyu defalarca yeninden gündeme alıp her seferinde farklı bir sonuç bulma umudu, bazı insanlar için hayat tarzıyken, programcılar için sadece bir işkence oluyor. Değişkenler aynıysa, sonuç nasıl farklı olsun? Eğer bir şey gerçekten değişiyorsa, demek ki bir faktör/değişken değişmiş olmak zorunda. Önemli olan bir nokta, ki bunu da çoğu programcı anlamıyor, şu; Bugün başarılamayan bir şey, yarın başarılıyorsa, ve görünen değişkenlerde bir değişiklik yoksa, demek ki görülmeyen bir değişken daha var ortamda.
  • Düşünerek yapılan şeyler, içgüdüsel olarak yapılan şeyler, planlı hareketler, plansız hareketler v.s. Bunların hayatında programlama olan birine ifade ettiği şeylerle olmayan birine ifade ettiği şeyler arasında ciddi farklar var. Programlama sonuçta “düşünceleri tekrarlanabilir açıklıkta kayıt altına alma işi” Dolayısıyla korkarım “düşündüğünün farkında olarak düşünmek” gibi bir alışkanlığımız, ve sıradan insanların bunu çoğunlukla yapamadığını unutmak gibi bir kabahatimiz var.
  • Eğitim iyidir, programlama bilgi, yetenek ve yetkinliklerinin, alışkanlıklarının akademik bir disiplin altına alınması hayatı çok kolaylaştırır… Çoğu programcıda eğitimi geçmişte kalan ya da sadece belli metodların öğrenilmesiyle sınırlı bir aktivite gibi görme alışkanlığı var. Bu basitçe yanlış. Konunun metodlar kadar düşünce organizasyonu, analizin objektifliği, matematiğin işteki rolü gibi “seksi olmayan” tarafları olduğunu, bunun da sıkıcı da olsa, kitap, makale v.s. okuyarak bırakın geliştirmeyi ancak güncel tutulabileceği kolay unutuluyor. Bu sanırım “iyi programcı tembel olur” diye bakarken “tembelliği yüceltmek” kolay geldiği için ortaya çıkan bir durum.

Erkekler ve feminizm

Birkaç hafta önce bir arkadaşımla sohbet diye başlayıp, tartışmaya doğru giden ve “ne yesek acaba” diye bitirmeyi becerdiğimiz bir konuşma geçti. Karşı taraf adına bir şey söylemeyeceğim, ama kendi düşüncemi kısa bir şekilde özetlemekte fayda görüyorum.

Erkeklerin kendilerini “feminist” olarak tanımlamalarını, çeşitli olası itiraz noktalarının ötesinde, kadınlara haksızlık ya da hakaret olarak görüyorum. “Sizin haklarınızı ben savunurum” noktasını, by extension second-wave, third-wave tartışmalarına giden noktaları göz ardı ederek; Sadece “Can” olarak bakıyorum. Hakların savunmasını akademik/politik bir disiplin çerçevesinde mücadele olarak gören bir kadının benim desteğime ihtiyacı olacağı şeklinde bir iddiam olamaz.

Tersine bir örnek aramak anlamsız olacak. Ama benzer bir örnek olarak; Sömürge halklarının kurtuluş mücadelelerine “yardımcı” olan “beyazların” son planda bilinçli ya da bilinçsiz sömürgeci emperyalist yaklaşımlar geliştirdikleri konusunda bir sürü tartışma vardı özellikle soğuk savaş döneminde Küba ve SSCB etrafında dönen. Burada da benzer bir fon müziği çalıyor bence.

Görüntüyü Kurtarmak

İsimleri açık etmemek adına: Bir işte birlikte hareket etiğimiz ve en azından da 15 yıldır falan tanıdığım bir iş arkadaşım var. Son zamanlarda belli konularda ortak çalışmak üzere bir iş anlaşması yaptık. Ana fikir olarak takip etmekte zorlandıkları bazı işleri biz lokal olarak takip edeceğiz. Neyse uzun ve ticari olarak sıkıntılı hikayenin özeti; Patlak olduğunu bildiği ve kendisine farklı şekillerde bu sene halledemeyeceği anlatılmış işleri yaşatmak için yırtınan ve benim de yardımcı olmam gereken bir iş ortağımız oldu bir anda. İşin durumu ve olası gelişimi gayet ortada ve çok zeki olmaya gerek yok durumu okumak için. Halen merak ediyorum, yırtınmanın ne kadarı “yeterince çabalarsam imkansızdan bir mucize çıkarırım” diye, ne kadarı “yeterince çabalıyor görüntüsü vereyim, uğraştık, konunun en iyi uzmanını da bulduk ama seneye kaldı” demek için bilmiyorum.

Bu görünüşü kurtarmak çabası o kadar yaygın ki, hayatın her yanında, çevremde, arkadaşlarımda; Acaba problem bende mi, insanlara ne sağladığıma değil de ne gösterdiğime mi odaklansam diye düşünüyorum zaman zaman. Ama belli ki bir yerden sonra huy değişmiyor. O kadar ilginç, güzel, aslında düzgün v.s. insanlar tanıyorum ki tek eksikleri (ya da fazlaları…) başkalarının ne düşündüğüne aşırı takılmış olmaları. O kadar çok aynı hikayeyi farklı ortamlarda dinledim ki, bir yerden sonra baygınlık geliyor gerçekten:

  • Sen bekarsın, konuşmak kolay  (yavrucum, evliyken de böyledi..)
  • Senin çocuğun yok, okuldaki diğer veliler ne der (onlar senin ne dediğini düşünüyor mu)
  • Sen kendi işini yapıyorsun, hesap verecek kimsen yok (ya tabii, tabii…)
  • Sen Boğaziçi’nde okudun (bu en iyisi, verecek bir sürü cevap var da okulun adını batırmayalım, Boğaziçi’ne ilk seminerimden sonra öğrencileri bozmayayım diye bir daha çağırmadılar, neyse…)

Son bir iki aya kadar bu başkaları için yaşama saplantısını sadece Türkiye ve Amerika’ya özgü sanıyordum. Sözünü ettiğim iş ortaklığından beri en beklemediğim yerden de çıkabileceğini gördüm. 13 ya da 14 yaşında klinik psikolojiyle ilgili (ya tamam tamam, önüne geleni okumamam lazım da çok geç artık…) bir kitap okumuştum, babamın kitaplığından yürütüp. Kitabın sonunda, babama koşunca tek cümlede “o kitabı okuyup, kendinde bir hastalık BULMAMAN mümkün değil” demişti. Ertesi gün de Emile’i okumaya başlamıştım… Demem o ki, başkaları ne düşünür diye dert etmemek bir hastalıksa, ben halimden memnunum, umarım tedavisi yoktur. Ama sağlam olan bensem (ki malum, öyle aslında) ciddi bir kalabalığa acil şifalar dilerim.

. TR MOL