Yeni Türk Müziği, sorular, çağrışımlar…

Bu konuda bir arkadaşım beni uyandırdı bir süre önce. Bence son dönemde önemli sayıda genç ve şöhretine kavuşmakta olan, gerçekten iyi çalıp söyleyen sanatçı var. Öte yandan beni şaşırtacak kadar çok “neden” diye başlayan soru kafama üşüşüyor bir yandan da. Bir kısmı yakından alakalı, bir kısmı çok uzaklarda gibi duran.

Bir derinlik var, müzik dışı ve ötesinde görmeye çalışıp göremediğim. Ama konu basitçe müziğin kalitesi değil. Ummadığım kadar çok farklı konuda aklıma kelebekler uçuşuyor.

İlk olarak: Benim büyümekte olduğum dönemde, gençlerin çıkardığı işler genelde “olgunlaşınca düzelir” diye izlenirdi. Bu sıralarda hala kötü performans gösteren gençler var, ama sanki “büyümüş de küçülmüş” güzellikte şeyler görüyorum bir yandan. Bu neden bilmiyorum. Ticaretten politikaya pek çok konuda klasik pesimist bakış doğalken, müzik konusunda durum farklı sanki.

Ayrıca: Dinleyici kitlesinde de eskiye göre bir kalite artışı var. O kadar uzun zaman insanların beni şaşırtacak yeni bir şey gösterememesine alışmışım ki, son üç beş yıldır birinin “ya bir de buna baksana” dediği şeylerin ilginç ve kaliteli çıkması hala güzel bir şaşkınlık yaşatıyor. Korkarım çok acıklı olabilecek bir örnek vereceğim; 1980-2010 arasında müzikle ilgili beni “şaşırtan” iki olay oldu o kadar. Birinde genel olarak zevkli bildiğim bir arkadaşım Ezginin Günlüğü’nün Oyun albümünü politik duruşları açısından yorumlayıp “beğenmedi”. Diğerinde de çok zevksiz bildiğim bir arkadaşım “Load dinlenemeyecek kadar kötü” demiş ve korkarım haklı çıkmıştı. Son zamanlarda ise beni şaşırtan pek çok yeni karşılaşma yaşadım.

Politik olarak: Sonuçta insanların kendilerini ifade etmek için yollar aradığı bir dönemdeyiz. Belki söyleyecek şeyleri olduğunu farkeden gençlerin sayısı artıyordur. Sonuçta “peteklerde gitar çalan genç” noktasının çok ötesine geçebilen insanlardan söz ediyoruz, her ne kadar bir kısmının yolu oradan geçmiş olsa da.

Özet olarak: Başka konularda olduğu gibi müzikte de ilginç bir zaman yaşıyoruz.   Pek çok “keşke” noktası bulabilirim, ne bileyim mesela caza işi bitmiş müzisyenlerin alanı gibi davranan bir kitle doğuyor gördüğüm kadarıyla, mesela keşke kaliteli işler arttığı gibi kalitesizler de artmaya devam etmese v.s. v.s. ama genel gidiş iyi galiba.

Kapının içi ve dışı

Kapının nerede olduğu ve formu tartışılır, ama ortada bazı kapılar olduğu açık. Daha ortada “sosyal medya” adında ama sosyalliği çoğu zaman öldüren bir garabet yokken de o kapılar vardı. Başka hiç bir şey olmasa BBS’ler ve listeler vardı. İnsanların “halka açık” ortamlarda gösterdikleri yüzleri kendi iç dünyalarından farklı. İnsanların kıyafetlerinin içinde ve dışında taşıdıkları yüzler de farklı. Hatta insanların karşılaştığınız yere göre gösterdikleri yüzler de farklı. Eğer az sayıda da olsa, evde, işte, okulda, tatilde, şehirde, resmi kıyafetle ya da spor giyinmişken aynı yüzü, aynı karakteri taşıyan insanlar görmesem, bu “farklı yüzler” konusunu insanlığın doğal karakteristiği kabul edip garipsemeyeceğim. Ama kapıyı kapatınca da aynı şekilde yaşamaya davranmaya devam eden insanlar var. Tabii asıl sorun bunu yapamayanlar.

Yönetim kurulu odasında oturup bitter çikolata ve malt viski hakkında bir araba laf söyledikten sonra rakı lahmacun ortamına dönen birini çok rahat anlıyorum, ikisi de zevktir, birinden hoşlananın diğerini sevmemesi de gerekmez. Ama her iki uç noktada diğerine olan ilgisini saklıyorsa, bahane de mahalle baskısından imaj korumaya kadar gidiyorsa o zaman sıkıntı büyük.

Sosyal medyada ifade ettiği beğenilerini içeriğe değil de içerik sahiplerine göre belirleyen biri aslında kendinden vazgeçiyor, kendi zevkini ifade etme özgürlüğünü sınırlıyor. Bu korkakça bir yaklaşım son planda.

Öte yandan, bir şeyler öğrendiğim çeşitli insanlarda gördüğüm ortak bir özellik var, ortada bir kalabalık varken nasıl davranıyorlarsa, ortalık tenhalaşınca, yalnız kalınca da aynı şekilde davranmaya devam ediyorlar. Bu kendine güvenden de geliyor olabilir, dışarıdan gelen değerlendirmeye çok aldırmamaya da.

Okuldayken, floating point işlemler hakkında, bilimsel özerklik hakkında, sanatın politikası hakkında konuşmak doğaldı. Ne noktada floating point konuşanlar herkesin içine çıkarılmaması gereken çoluk çocuk, bilimsel özerklik boş hayaller, sanatın politikası sergi açılışlarında hava atmak dışında hatırlanmaması gereken konular oldu bilmiyorum.

Havanın sıkıntısıyla…

Sonbahar geldikçe, sanırım kapıdan çıkınca bile hafif loş bir ortamda kalmanın etkisiyle olacak, kapalı ortamlarda kendi başına kalmışken olduğu gibi, sokakta da sıkıntıya odaklı olarak düşünmeye devam ediyorum. Buna rağmen sonbaharı yazdan daha çok sevmemi açıklamaya bile çalışmayacağım. Psikolog karşısında olsam “cevapları sen bulacaksın, ben sadece dinliyorum” derdi. Açıkçası yıllar önce Sampo’ya yazdığım bir şeyi hatırlatıyor bu bana. Heavy Metal dinleyicilerinin ilerleyen yaşlarda Pop müzik dinleyicilerinden daha mutlu/başarılı olduklarına dair bir araştırma paylaşmıştı. Bence, hayatın boktan olduğunu baştan kabul edip, güzel kuşlar, pembe bulutlar hayal etmeden büyüyünce, insan ileride daha az hayal kırıklığına uğruyor. Tabii biz Türkiye’de yalandan hayaller kurmayı çok seviyoruz. Bir başka araştırmada Türkiye’deki Arabesk çevreleriyle Amerika’daki Heavy Metal çevreleri arasındaki benzerlikler vardı. Bir sürü insanının itiraz ettiğini hatırlıyorum.

Neyse sonbahar demişken, sokakta kalmaktansa evinizde ısınmak isteyecek bir sürü kedi var. Şansınızı bir deneyin bence.

Mülkiyete dayalı mutluluk

İnsanlar sahip oldukları şeyleri unutmak konusunda çok başarılılar. Bu noktada genelde güzelliğin geçiciliğinden, harcanmayan paranın kimseye faydası olmadığında, kıymetli dostluklardan falan söz edilir. Benim derdim bunlarla değil.

Daha temel bir konu var ortada, insanlar ellerindeki bazı şeylerin, daha doğrusu ellerindeki her şeyin her an gidebileceğinden haberdar değil gibi yaşamayı seviyorlar. Bunun daha da acıklı bir sonucu olarak mutluluklarını kalıcı mülkiyetleri altında sandıkları olguların üzerine inşa ediyorlar. İşin ilginç tarafı, Türkiye’de yirmi kişiye bir (on kişiye kadar çıkan iddialar da var bu arada…) mülteci düşerken gözü bu kadar kapalı yaşamak büyük başarı sanırım.

Hayatı yaşamak yerine endişeleri yaşamak gerekmiyor. Ama hayatı yaşarken gerçeklerin farkında olmamaya çabalamanın da çok anlamı yok. Elimde olan şeylerden bana ait olan ve onun da her an tükenmesi mümkün olan tek şey zaman. Bunun kıymetini bilmek, gerçekten hayatı yaşamak varken, sadece anlamsız ve dayanaksız güvencelere dayanmak olsa olsa hayal kırıklıklarının boyunu uzatır, son aşamada. Demem o ki, zamandan başka kaybedecek bir şey yokken zamanı çok kolayca ve çok gereksiz şeylere harcıyoruz, özellikle de aslında kıymetsiz başka şeyleri korumak uğruna.

Hayatın anlamsız kriterleri üzerine

İlginç (ya da değil) ama daha önce neden farketmediğimi bilmediğim (ok bilmiyormuş gibi yapıp kendimi iyi hissetmeye çalıştığım, yoksa ayakta uyumak…) bir şeye uyandım dün, ve aslında daha ilginç şekilde bugün.

Kimse (abartmıyorum, hiç kimse) hayatından memnun değil. OK bunu anlamak zor değil, ortam kötü, dünya da pek parlak sayılmaz v.s.. Garip olan halinden memnun olmayanlar, ellerinde olmayana özenip, “bunlar benim olsa”, “bu pozisyonda ben olsam”… diye hayaller kuruyorlar. Daha da garip olan bu özenme karşılıklı, ben karşımdakinin durumuna özenirken, karşımdaki benim durumuma özeniyor. Buradan bazı sonuçlar çıkarmak gerekiyor sanki:

  • Muhtemelen pek çok insan karşısındakini tam anlamıyor
  • Muhtemelen daha da çok insan kendisini anlamıyor
  • “Anlamak”la “anlayışlı olmak” arasındaki farkı bilmeyen bir sürü insan var.
  • ……

Bunlara nereden geldiğimi söyleyeyim. Bu ara biraz yoğun giden toplantılarımın arasında son bir iki gündür genç  arkadaşlar çıktı karşıma. Ben onların gençliklerine özendim “ben de bir zamanlar gençtim” diye. Onlar tecrübe ve çevreye özendiler “adres defterinde binden fazla kontak olur mu, vay v.s.” diye. Ben açıkçası anlatamadım, biliyor olmaktansa öğrenmenin daha zevkli olduğunu, o adres defterinin beş altı binden iki binin altına zor indiğini ve sürekli eleme gerektirdiğini… Onlar muhtemelen beklemekten sıkıldıklarını anlatamadılar ama ben o yollardan geçmiş biri olarak biliyor olmalıyım. Ama ancak konu üzerinde düşününce netleşebildim yeterince.

Neyse işte kimse elindekinden mutlu olmuyor.

. TR MOL