Bir miktar doluluğu şüpheli laf

Facebook profilime bakarsanız “I am the one with lots of words and almost no filter at all” yazıyor. Filtrenin hala orada olmadığı doğru ama zaman zaman bu gevezelikle söyleyecek söz bulamadığım oluyor.

Her sıkıldığımda yaptığım gibi fotoğraf arşivime bakıyordum. Bazılarınızın haklı olarak şikayet ettiği gibi, kedi fotoğraflarıyla dolu. Her zaman olduğu gibi Çıt çıt’ın fotoğraflarını hızlı geçmeye çalışıp, her zamanki gibi başaramadım. Her zaman olduğu gibi babamı görmemeye çalışıp atlayamadım, annemi hiç söylemesem daha iyi.

İnsanlara akıl verirken kolay, “üzüntüleri endişeleri geride bırak” demek. Biri oğlumdu, diğerleri bana “oğlum” dediler yıllarca. Üzüntüler unutulmuyor. Tekila’ya baktıkça, onca yemeğe rağmen şişmanlamadığını, hep sıcak gezdiğini gördükçe de endişeler gelip duruyor. Söylemek kolay yapmak zor…

Daha ötesi, benden içeri, daha derin dertleri hiç saymıyorum. Saysam ne olacak kafama çözüm mü düşecek? Günlük bulduğum mutlulukları da o dertlerle mi karartayım diyorum. Şimdilik bu yaklaşım işe yarasa da bir gün yaramazsa diye bir de meta-derdim var ama o da sırasını beklesin bakalım.

Eh ilk yazdığım doğruymuş; Konu çok ama söyleyecek söz çok yok.

ps: I …. … !

Hatıralar, kıyafetler ve roller, etiketler

Ne kadar yaygın olduğu tartışılır, ama yaşadığımız anın ve anların ve hayatın tamamının aslında ve sonuçta sadece hatıralardan oluştuğuna inanan, inandığını bilmese de öyle yaşayan çok insan var. Bu noktadan hareketle de “hatıralarımız güzel olsun” diye bir yaklaşım… Hatıralar biriktiriyoruz, bir otelin lobisinde, Kapadokya’da bu seferlik düşmeyen balonda, Arkeoloji Müzesi’ndeki şanssız mumyanın önünden kaçar gibi geçerken. Daha kötüsü kaçamadığımız hatıralar kalıyor hayatımızda; Çöpleri karıştıran çocuktan, askerden dönmeyen hep genç kalmış arkadaştan ya da detone olduğunu kendi farketmedikçe sıkıntı yaşamayan şarkıcıdan.

Bu hatıraları süslüyoruz kıyafetlerle, çıplak bedenleri kaplayan kumaşlar kılıf olyor, saygı topluyor, dedikodu çekiyor, keder doğuruyor, para getiriyor, hayat götürüyor. X ışınlı gözlük hayallerine sahip insanlar iki milimetrelik elyaf tabakasının altında kimin olduğuna aldırmıyorlar. Uzaktan ve yarı gizli dedikodular için en kolay malzeme bir insanın görüntüsü sonuçta. Görüşler ve kültür ve birikim ve karakter hakkında konuşmak için gerçekten düşünmek lazım. Kimin zamanı var düşünmeye, dedikodu için nefes harcamak varken?

Rollerimiz var, bize yakıştırılan. Ve etiketlerimiz o rollerin bize yapıştırdığı. Ne kadarından haberimiz var hala anlamadığım, ne kadarı bizim hiç bilemediğim. Bilmediğimiz etiketleri yırtınca beklemediğimiz tepkiler alıyoruz, “hiç yakıştı mı” diye. Anlamadığımız etiketleri buruşturuyoruz, siyah ayakkabı içine beyaz çorap giyerek. Sahiplenmediklerimizin durumu da acıklı ama en kötüsü sahiplendiğimiz etiketler. Biliyorum, o “çalışkan çocuk” gidip ayaklarını uzatıp uyumak istiyor günlerce, o “sevimli kız” önüne gelene basacak yıllardır biriktirdiği küfürleri, o “orospu”’nun tek hayali sevgilisine kavuşmak, o “akıllı adam” saçmalamak istiyor artık… Olmuyor, “sonra ne derler” diye.

Ben ne yapıyorum diye kendime bakıyorum. Eleştirsem de düzenin içinde, düzen ve düzülenle uyum içinde, devam ediyorum yaşamaya. Eskiden siyah kıyafetlerime laf edilirdi, artık ağırbaşlı gösteriyormuşum. Eskiden belime kadar saçlarım anneme başka dert olurdu, sevgilime başka, eh o saçlar da benden önce toprağa kavuştular. Eskiden beni anlasınlar isterdim, artık ben onları anlamaya çalışıyorum. Değişen şeyler var demek bende, “değişmeyen tek şey değişim…”. İyi iyi, acil durumlarda hızla uygun bir beylik laf da çıkıyor. Bir de, değişim var da gelişme ne kadar diye soracak kadar kafamın çalışması lazım, sadece sabahın beşinde değil de hayatın her anında… İşte o biraz şüpheli.

Buraya kadar okuduysanız sabırlıymışsınız. Ne güzel, ben yazarken zor sabrettim, açık açık anlatmak istediklerimi nasıl örtsem de nasıl insanlar kırılmasa diye kıvırdım. Siz okurken kıvırmayın en azından…

Silinemeyen aşklar

Çok aşık oldum, kolay aşık oluyorum. Bu yüzden suçlandığım da oldu, takdir gördüğüm de. Herkesin değil ama çoğu insanın kalıpları var bu konuda, hepsine uymaya çabalamak anlamsız. Ama sonuçta, insanlar da kalıplarıyla yaşıyorlar sıklıkla. Bunu bir kabahat gibi görmeyi bırakıp, hayatlarını kolaylaştırmak için yaptıklarını kabullenseler, hayatları daha da kolaylaşacak belki.

Öte yandan aşık olmayı dizilerden öğrenmiş çocukların bilmediği bir şey var; Aşk kolay kolay ölmez. Bakıyorum, düşünüyorum, bunca zamanda ve uzunca bir listede sadece iki kişiye karşı duygularım değişmiş, biri oldukça kökten ölüp giderken benim için diğeri çekilmez de olsa kıymetli bir arkadaş olmuş kalbimde. Geri kalanların her biri ayrı bir yara olarak yaşıyorlar. Neden olmamış, neden yürümemiş? Kiminde -muhtemelen çoğunda- ben kabahatli olmuşum, kiminde -muhtemelen daha çoğunda- ortam, zaman kötüymüş. Karşı tarafın kabahati olan hiç yok, olmaz zaten, olsa aşık olmazsın.

Hangi noktada sevgi ve arkadaşlığın aşka dönüştüğünü hala keşfedebilmiş değilim. En azından kendi özelimde bunun cevabını bulamıyorum. Sadece son derece garip bir işareti yakın zamanda farkettim. Eğer renk körü olmasam ve ehliyetimi 18’imde alsam belki daha önce uyanırdım buna. Aşkın geliyorum demeyip, doğrudan tepeme düştüğü dönemlerde arabadan tek parça çıkamama riskim olan durumlara düşüyorum, dalgınlıktan. Ama (zaten biliyorduk demeyin) salaklığım dolayısıyla bunu farketmiyorum. Fakat bir noktada, hani insanların hayatının film şeridi gibi geçtiği noktada, kendimi ya da kedi(ler)imi değil de bir başkasını görürsem uyanıyorum…

Bir yandan da bakıyorum, ki bunu açıkça ifade etmek bile tehlikeli geliyor ama, canımı yakmasına izin verecek kadar bağlandığım insanlar, bu izni çok seyrek ve istemeyerek kullanmışlar. Ben ne kadar acı verdim, onu tarafsız olarak söyleyemem, ama “keşke yapmasaydım” dediğim şeyler az değil, hiç biri kötü niyetle değildi ama sonuç değişmiyor. Can yakmaya açık bırakılan kapıların kullanılmamak üzere açıldıklarına inanmıyorum, ama bedeli ağır olabiliyor kullanmanın…

Bunları neden yazdığımı biliyorum, yakın çevremde de bildiğini düşünüp yanılacak insanlar var. Arkadaşlık öyle bir şey işte, arkadaşını kendisinden daha iyi bildiğini düşünüyor insan…

Güncele dair notlar

Yazmayı, konuşmayı isteyip zaman, fırsat, arkadaş bulamadığım bazı konular var epeydir. Şu anda yazıyorum çünkü Amerika’dan birinin benzer bir yazısını okudum. Yalnız olmadığımı oradan biri sayesinde görmek iyi mi kötü mü bu ayrı bir tartışma konusu.

Hepimizi çevremiz belirliyor, bu konuda çok şüpheye yer yok. Hepimiz değilse bile çoğumuzun düştüğü bir hata ise dünyayı çevremizden ibaret sanmak. Benim şansım vardı; Babam ben beş yaşındayken 15 20 dakikasını ayırıp, arabaya ne kadar benzin koyarsak koyalım, yolun sonuna kadar gidemeyeceğimizi her zaman bir sonra gidilecek bir yer olduğunu anlatmaya çalışmıştı. O sırada ne kadar anladığım şüpheli ama belli bir hayat görüşü oluşturacak etkiyi bırakmış üzerimde.

Çevremde ben de dahil herkes dertli, herkes nereye göç etsek derdinde, herkes çocuklarını ne yapacağını, nasıl büyüteceğini kuruyor. Tabii benim çocuk büyütmekle ilgili tek derdim, kedilerime düzgün mama almaya devam edip edemeyeceğim, çevrede düzgün kum satan tek marketin cemaatçi olduğu ortaya çıktıktan sonra batmış olması v.s. Daha dün Yunanistan’a taşınmanın mali avantajlarını ve Fas’ın sıkıntılarını konuştuk. Ben hala Fas diyorum ama, bakalım…

Benim dahil olmadığım, ama çevremde çok yaygın görünen endişeler ve konular da var. Herkes Cem hoca’nın Özdil’e nasıl geçirdiğini konuşuyor. Yirmi yıl önce de ani ve sağlam çıkış yapma yeteneği vardı, kaybedecek değil ya… Gösterdiği tepki, akademik formatta, eksik/hatalı yapılmış bir incelemenin eleştirisidir. Boğaziçi’nden akademik bilginin günlük hayata uygulandığı bir örnek çıkması konu oluyorsa, halimiz harap demektir. Yine yirmi sene önce, Irak’ta (Saddam Hüseyin diye bir adam vardı, hatırlar mısınız, onun diktatörlüğü altında) Kürtçe akademik çalışma yapılabilirken, Türkiye’de neden yapılmadığını tartışıyorduk. Şimdi Türkçe bile yapılamıyor olmalı ki, bu kadar gündem oldu bir akademisyenin çıkışı.

Herkes Boğaziçi’ndeki rektör atamasını konuşuyor. Hocam, Sütçü İmam diye bir üniversite var memlekette, rektörü hakkında siz ne kadar şey biliyorsanız, Hisarüstü mahallesi dahil, halk da Boğaziçi rektörü hakkında o kadarını biliyor. Üstün Ergüder gibi harika bir adam rektör olduğunda da sistem hatalıydı. Önemli olan, hatalı sistemi işimize gelen sonuçlar ürettiğinde eleştirebilmek.

Fırsat bulur da elitist hassasiyetlerinizi incitmekten korkmazsanız şu yazıyı da bir okuyun, fitil niyetine…How did Donald Trump win the 2016 Presidential Election? . Politik ortam olarak farklı olabilir, ama sosyal kopukluk açısından bize çok paralel. Ben, mezun olduğumuz sırada, “Amerika’ya gitmem, orası polis devleti” dediğimde acıyarak bakan arkadaşlarıma öpücükler sallıyorum. Özal’ın hayalini gerçekleştirmiş de aşmışız bile, Küçük Amerika’ya hoş geldiniz, ve günaydın…

Bir kedinin ölümü

Bugün, hayatımda üçüncü kere bir kedinin ölümünü seyrettim. Bu belki üzerinde konuşulacak en güzel konu değil. Ama bu konuşulacak gerçek bir konu. Hayatta bir iki aylık tecrübesi olan, bir kiloluk bir yaratığın, etrafında anlayamadığı, kavrayamadığı hızlarda koşan binlerce kiloluk metal yığınları görüp korkarak kaçması önemli bir konu. Birinciden, ikinciden, üçüncüden kurtulup, arka ayaklarını dördüncüye, daha ne olduğunu anlayamadan debelenirken kalanını beşinciye kaptırması acıklı bir konu.

Acıyı, neyseki çok kısa bir süre, çeken güzel mavi beyaz bebiş bir evde sevilip şımartılabilirdi. Onun yerine Salı Pazarı’nın önündeki yolda bir lekecik halinde yatıyor, sabaha o da kalmayacak.

“Ölen insanlar varken bir kediye sıra gelir mi” diyenler olacak. Hatta hangilerinizin böyle düşüneceğini isim isim biliyorum. İki aylık bir kedinin masumiyeti ve göz önündeki ölümüne üzülmeyen biri, ölümü duyulduğunda ilk soru “bizden mi, onlardan mı” olan ortamda bir insana zaten üzülmez, merak etmeyin…

Negatif enerji, pozitif enerji temelinde bu yazdıklarımı görmemek isteyenler olacak. Enerjinin cinsi, gerçeği değiştirmiyor, bu sabah minik, masum bir can vardı, bu akşam o minik can yok.

Biri bencilce, iki sebeple buraya yazıyorum. Birilerinin o bebişin ölümünü hatırlaması, en azından ölümünün ardından hayatında görmediği kıymeti, sevgiyi ona göstermesi lazım. Bu birincisi. Ayrıca, ne kadar alışık da olsam bu tür yüklere, birileriyle paylaşmalıydım. Bu da bencilce olanı.

. TR MOL