Kimlik

1994  yazında, Boğaziçi’nde, hazırlık sınıfının sonunda İngilizce Yeterlilik sınavına girdim.

Doğru sıfat nedir bilmiyorum, ama Boğaziçi en azından “ilginç” bir okuldur. Henüz hazırlık sınıfında okuyan, teorik olarak okula devam edip edemeyeceği belli olmayan bir öğrenci olarak bir yandan da CC’de asistanlık yapıyordum. Sınavdan bir gün önce de, muhtemelen sıkıntıdan olacak, sistem yöneticimizin peşine takılıp bir toplantı için İTÜ’ye gittim. Konuyu pek hatırlamıyorum ama, herhalde benim sorumluluğumdaki ve TT’nin bir türlü ayağa kaldıramadığı, iki okul arasındaki 19.200 bps (insanın gözü yaşarıyor rakamın büyüklüğüne bakınca !!!) Timeplex LL olması lazım.

Neyse, ben çok derli toplu (!) biri olarak, bir şekilde, yolda cüzdanımı ve dolayısıyla kimliğimi kaybettim. Sınava bir gün bile kalmamış, hazırlık sınıfında olmayan kişiler de sınava girebildiklerinden kimlik gerekiyor, mesai saati bitiyor falan… Süper! Hikayenin çok uzamasına gerek yok sanki, YADYOK’un neredeyse bütün bürokrasisini tek başına yürüten bir kayıt işleri sorumlusu vardı. Barker, beni acilen kendisinin yanına gönderdi, derdimi anlattım;
– Kimlik?
– Yok.
– Öğrenci Kimliği?
– Yok.
– Üfff, adını hatırlıyor musun?
– Grrr.
Sonuçta bana bir kağıt imzalayıp verdi, “bunu göster, ben de haber vereceğim, şaşırmasınlar” dedi.

Okulun bugünlerde geldiği durumu eleştirmeyeceğim, çocuklar bunu gayet düzgün şekilde yapıyorlar. Ben karşılaştırmalı olarak hayatın çok daha kötü olduğu okullarda gezdikten sonra, öğrencisi olmadığım bir sürü yerde de arkadaşlar edinmiş bir şekilde Boğaziçi’ne gittim. Dedemin eski hocası olduğu bir önceki okulumdan “transkript bir kere çıkar, kaybedersen gelme” denilerek uğurlandıktan sonra, Boğaziçi bana cennet gibi gelmişti. Bunca zamandır da yaşıtlarımın anlattıklarına bakıyorum, Anadolu Üniversitesi dışında, hayat kalitesi bakımından Boğaziçi’nden daha iyi bir yer duymadım, kendi okuduğum yıllar için.

Korkarım kaliteden hep beraber kaybediyoruz. Kabahati dışlamıyorum, ben yapılması gerekenleri yapmadım, toplum da yapmıyor. Nasıl toparlanacak bu işler?

Önyargılar

İnsanın en kesin önyargıları kendine yönelik olanlar. Kendine yönelik kurallar, zorlamalar, gerçekçi ya da değil beklenti ve hedefler koymak herhalde daha kolay geliyor, aynı şeyi başkalarına kabul ettirmekten. Az sayıda kişinin “ideallerim”, daha çok kişinin “prensiplerim” dediği, aslında ne ideal ne de prensip olmayan, daha çok “kabul edilebilir minimum konfor seviyesi” beklentileri var. Herşeyden önce gerçekçi olup olguların isimlerini doğru koymak lazım. Yazacaklarım örnektir, üstüne alınanları kastediyorsam, kendinizi dinleme fırsatı, kastetmediğim halde üstünüze alınıyorsanız, neden diye sorma zamanı. Kendimi kastettiğim noktaları geçiyorum zaten…

Pek çok kere insanlardan eşlerinin hayatlarına neler kattıklarını ya da katmaları gerektiği halde yetersiz kaldıklarını dinledim. Öncelikle evlilik insanlar o imzayı neden attıklarını düşünmeseler de aslında bir sözleşmedir. Karşılıklı beklentilerin adını koymak için evlenmeden önce konuşsa insanlar muhtemelen daha mutlu, sağlıklı ve uzun süreli evlilikler yaşanacak. Genelde “bir şey beklediğini” kendine bile itiraf edemeyen insanların bunu “sevdikleri” ama “beklentileri karşılama yüzdesiyle” değerlendirdikleri insanlarla konuşmaları genelde imkansız oluyor gördüğüm kadarıyla. Mesela bu konuda çok açık davranan bir arkadaşım var. Kendisine, sevgilisine ve bize açık açık ilişkiden ne beklediğini listeleyebilecek netlikte. Çoğu kişi tarafından densiz olarak görüldüğünü biliyorum, oysa namuslu bence, en azından kimsenin zamanını, hayatını, hayallerini ziyan etmiyor.

Pek çok arkadaşım işlerinden mutsuzlar. Mutsuz olmadığınız bir işe geçin o zaman… Tabii söylemesi kolay. Konu neyin rahat neyin rahatsız olduğu değil de, belli maddi çıkarlar uğruna mutluluklarından fedakarlık ettiklerini kabullenemiyor olmaları. Bunu doğru ya da yanlış diye değerlendirmiyorum. Sadece itiraf etseler kafaları rahatlayacak, neden bu rahatlamayı kendilerinden esirgiyorlar anlamıyorum.

Benim hayatımda daha iyi olmasını istediğim çok şey var. Ama şunu göz ardı etmiyorum: Hayatıma olumlu ya da olumsuz dışarıdan gelen etkiler de dahil son planda toplam sorumluluk bende.

O yüzden, bana mikrop bulaştıran kişiyi suçlamak yerine “senden başka mikrop kaynakları da var” deyip hasta hasta evde oturuyorum. Çünkü biliyordum hastalanacağımı…

O yüzden, babamı ya da annemi beni büyüttükleri tarz için suçlamak yerine bana harcadıkları emeği ben ne kadar değerlendirebildim diye bakıyorum, annem içtiğim içkiye mi, sigaraya mı daha çok kızardı görse diye düşünürken…

O yüzden, beni kıranları suçlamıyorum, izin vermesem kıramazlardı….

Mevsim Dönerken

Bugün kış başladı Istanbul’da. Her kış başlangıcı annemi hatırlıyorum, “zor durumdakiler, evini ısıtamayanlar, evsizler ne yapacak” diye dertlenirdi. Ben empati kurmayı, EQ açığımı kapatmayı eğitimlerle öğrendim. Dolayısıyla annemin doğal olarak duyduğu üzüntüyü ancak bu konuda dikkatimi çekip hatırlatacak olaylar ve kişilerle hatırlıyorum. Şans olup olmadığı çok tartışılır ama, son bir iki yıldır o kadar “yaratıcı” duyarsızlık örnekleriyle karşı karşıya geliyorum ki, başkalarının dertlerine duyarsız davranmamam gerektiğini unutma şansım pek olmadı.

Hava soğudu, kediler, köpekler, insanlar sokakta. Unutmayın, Istanbul kışın daha güzel. Ama bunu göremeyecek, içinde oldukları halde yaşayamayacaklar var.

Yeni Türk Müziği, sorular, çağrışımlar…

Bu konuda bir arkadaşım beni uyandırdı bir süre önce. Bence son dönemde önemli sayıda genç ve şöhretine kavuşmakta olan, gerçekten iyi çalıp söyleyen sanatçı var. Öte yandan beni şaşırtacak kadar çok “neden” diye başlayan soru kafama üşüşüyor bir yandan da. Bir kısmı yakından alakalı, bir kısmı çok uzaklarda gibi duran.

Bir derinlik var, müzik dışı ve ötesinde görmeye çalışıp göremediğim. Ama konu basitçe müziğin kalitesi değil. Ummadığım kadar çok farklı konuda aklıma kelebekler uçuşuyor.

İlk olarak: Benim büyümekte olduğum dönemde, gençlerin çıkardığı işler genelde “olgunlaşınca düzelir” diye izlenirdi. Bu sıralarda hala kötü performans gösteren gençler var, ama sanki “büyümüş de küçülmüş” güzellikte şeyler görüyorum bir yandan. Bu neden bilmiyorum. Ticaretten politikaya pek çok konuda klasik pesimist bakış doğalken, müzik konusunda durum farklı sanki.

Ayrıca: Dinleyici kitlesinde de eskiye göre bir kalite artışı var. O kadar uzun zaman insanların beni şaşırtacak yeni bir şey gösterememesine alışmışım ki, son üç beş yıldır birinin “ya bir de buna baksana” dediği şeylerin ilginç ve kaliteli çıkması hala güzel bir şaşkınlık yaşatıyor. Korkarım çok acıklı olabilecek bir örnek vereceğim; 1980-2010 arasında müzikle ilgili beni “şaşırtan” iki olay oldu o kadar. Birinde genel olarak zevkli bildiğim bir arkadaşım Ezginin Günlüğü’nün Oyun albümünü politik duruşları açısından yorumlayıp “beğenmedi”. Diğerinde de çok zevksiz bildiğim bir arkadaşım “Load dinlenemeyecek kadar kötü” demiş ve korkarım haklı çıkmıştı. Son zamanlarda ise beni şaşırtan pek çok yeni karşılaşma yaşadım.

Politik olarak: Sonuçta insanların kendilerini ifade etmek için yollar aradığı bir dönemdeyiz. Belki söyleyecek şeyleri olduğunu farkeden gençlerin sayısı artıyordur. Sonuçta “peteklerde gitar çalan genç” noktasının çok ötesine geçebilen insanlardan söz ediyoruz, her ne kadar bir kısmının yolu oradan geçmiş olsa da.

Özet olarak: Başka konularda olduğu gibi müzikte de ilginç bir zaman yaşıyoruz.   Pek çok “keşke” noktası bulabilirim, ne bileyim mesela caza işi bitmiş müzisyenlerin alanı gibi davranan bir kitle doğuyor gördüğüm kadarıyla, mesela keşke kaliteli işler arttığı gibi kalitesizler de artmaya devam etmese v.s. v.s. ama genel gidiş iyi galiba.

Kapının içi ve dışı

Kapının nerede olduğu ve formu tartışılır, ama ortada bazı kapılar olduğu açık. Daha ortada “sosyal medya” adında ama sosyalliği çoğu zaman öldüren bir garabet yokken de o kapılar vardı. Başka hiç bir şey olmasa BBS’ler ve listeler vardı. İnsanların “halka açık” ortamlarda gösterdikleri yüzleri kendi iç dünyalarından farklı. İnsanların kıyafetlerinin içinde ve dışında taşıdıkları yüzler de farklı. Hatta insanların karşılaştığınız yere göre gösterdikleri yüzler de farklı. Eğer az sayıda da olsa, evde, işte, okulda, tatilde, şehirde, resmi kıyafetle ya da spor giyinmişken aynı yüzü, aynı karakteri taşıyan insanlar görmesem, bu “farklı yüzler” konusunu insanlığın doğal karakteristiği kabul edip garipsemeyeceğim. Ama kapıyı kapatınca da aynı şekilde yaşamaya davranmaya devam eden insanlar var. Tabii asıl sorun bunu yapamayanlar.

Yönetim kurulu odasında oturup bitter çikolata ve malt viski hakkında bir araba laf söyledikten sonra rakı lahmacun ortamına dönen birini çok rahat anlıyorum, ikisi de zevktir, birinden hoşlananın diğerini sevmemesi de gerekmez. Ama her iki uç noktada diğerine olan ilgisini saklıyorsa, bahane de mahalle baskısından imaj korumaya kadar gidiyorsa o zaman sıkıntı büyük.

Sosyal medyada ifade ettiği beğenilerini içeriğe değil de içerik sahiplerine göre belirleyen biri aslında kendinden vazgeçiyor, kendi zevkini ifade etme özgürlüğünü sınırlıyor. Bu korkakça bir yaklaşım son planda.

Öte yandan, bir şeyler öğrendiğim çeşitli insanlarda gördüğüm ortak bir özellik var, ortada bir kalabalık varken nasıl davranıyorlarsa, ortalık tenhalaşınca, yalnız kalınca da aynı şekilde davranmaya devam ediyorlar. Bu kendine güvenden de geliyor olabilir, dışarıdan gelen değerlendirmeye çok aldırmamaya da.

Okuldayken, floating point işlemler hakkında, bilimsel özerklik hakkında, sanatın politikası hakkında konuşmak doğaldı. Ne noktada floating point konuşanlar herkesin içine çıkarılmaması gereken çoluk çocuk, bilimsel özerklik boş hayaller, sanatın politikası sergi açılışlarında hava atmak dışında hatırlanmaması gereken konular oldu bilmiyorum.

. TR MOL