Garip bir gün

Dün garip geçti. İyi ve kötü, üzücü ve neşeli şeyler arka arkaya geldiler. Aslında bu hayatın doğal akışı, ama sanki dün frekans biraz yüksekti. Olan bitenin detayını yazmak doğru gelmiyor, hemen her şey başkalarıyla ilgiliydi. Ama ana fikir olarak bakarsak:

  • Sevdiğim biriyle ilgili çok kötü bir haberi bir dergi sayfasından aldım.
  • Başka sevdiğim biriyle yemek yedim, en az sekiz dokuz aydır görmemiştim, iyi geldi.
  • Benim için önemli birinin kabul etmediği kadar hasta olduğunu öğrendim.
  • Karşılıklı çok haksızlıklarımız olan birini hatırladım, bir bahaneyle. Ama bu sayede son analizde bana ne büyük iyilikler yapmış olduğunu gördüm. Belki bir gün cesaret edip kendisine de söylerim.
  • Karşılıklı daha da haksızlıklarımız olan başka biri hakkında da bir sürü konuşmam gerekti. Şansım varmış, kurtulmuşum…
  • Bir arkadaşımla uzunca bir telefon konuşması yaptım. Kötüydü, belki konuşmamızın sonunda daha iyi hissetmeye başlamıştır. Umarım daha iyi olur.
  • Arada Tekila’nın kuyruğuna bastım, umurunda bile olmadı. Ya ben zayıfladım iyice (hah!!) ya da çocuk artık iyice antrenmanlı, etkilenmiyor bile…
  • Başka bir arkadaşımın annesi için, annemin doktorlarından birini tavsiye etmem gerekti, umarım faydası olur.

Şimdi bu kadar şeye bakınca, dün Cumartesi gibi değil de yoğun toplantılı bir iş günü gibi geçmiş anladığım kadarıyla. Asıl yazmak istediğim şeyler çok başkaydı ama hayat ayağıma bastı bugün. Yoksa sabahtan beri aklımda ana fikir olarak en kötü yalanları insanın kendine söylediği dönüp duruyor. Bu konunun benim için önemi büyük.

İnsanlar farklı sebeplerle mutsuz olabiliyorlar. Bu sebeplerin önemli kısmı “başarısızlık” olarak nitelenebilecek şeyler oluyor. Gördüğüm, hissettiğim, bazen şahsen yaşadığım üzere, başarısızlık olarak algıladığımız durumlara tercihen harici olarak, bir açıklama ya da bahane bulma ihtiyacı kuvvetli. Bu ihtiyacın cevabı sık sık yalanlardan, bazen de kendine söylenen yalanlardan geçiyor.

Neyse yalanlar, kendine, başkasına, topluma söylenen yalanlar konusuna oldukça uzun ve detaylı girmem lazım, bu da bugünden sonra kolayca toparlanabilecek gibi durmuyor. Ama, bir gün bunca zarar veren yaklaşımı hayata profesyonel bakış açısı haline getirmiş insanların kendilerine, çevrelerine ve bana verdikleri zararı anlayacak, açıklayacak, ifade edebilecek şeyleri yazmam lazım.

Sıkıntılar ve hayat

Geçen sene bir not almışım:

Sen bütün sıkılma, mutsuz olma haklarını kullandığında bir bakacaksın, bütün bunları hayatında isteyen tek kişi varmış…

Bu bir arkadaşıma yazdığım uyarıydı, anlamadı gerçi ama, olsun.  Kültürel olarak, mutsuzluğu ve sıkıntıyı seviyoruz. Beni yukarıdakini yazmaya iten olayı hatırlamıyorum bile, çok da önemi kalmadı artık sanırım. Ama önemi olan bir başka nokta ise hala ortada.

Ben büyürken, olgunlaşmanın işareti insanın gülmeyi bırakmasıydı. Yani hayatınız sıkıcı hale geldikçe, mutluluktan, eğlenceden uzaklaştıkça büyümüş oluyordunuz. Benim şahit olduğum, bizimki de dahil bütün nesillerde bu konuda bir bölünme var. Bu yaklaşımı kabul edenler ve etmeyenler diye düşünmek mümkün basitçe. Bizimkiler adına söyleyebileceğim, en azından yakından şahit olma şansı bulduğum durum şunu gösteriyor. Ailelerin çocukları nasıl yönlendirdikleri son planda çok etkili olmuyor. Son derece ciddi ailelerden, hayata sadece gülüp eğlenmek için gelmiş gibi duran çocuklar çıkabildiği gibi, 10-15 yaşındayken ailesinden daha ağırbaşlı, ciddi duran çocuklar da hala lisede öğrenci olduklarını sanacağınız ailelerden çıkabiliyor.

Belki toplumu anlayıp kurtarma çabasını bir yana bırakıp kendime bakmam lazım. Ben ciddiyetin, mutsuzluk getirmeden yaşanması gerektiğine inanıyorum. Ciddi olmak adına asık suratla gezmek faydasız bence. Mutsuzluğa, başarısızlığa odaklanmak mutluluk veya başarı getirmiyor sonuçta. Öte yandan bu “mutsuzluğa, başarısızlığa odaklanmama” yaklaşımının doğal bir de sonucu var. Kendi mutsuzluk ve başarısızlığına odaklanmış birilerini de o yoldan döndürmek için bir noktadan sonra yırtınmayı bırakmak gerekiyor. Sonuçta o da bir mutluluk değilse de bir huzur yaklaşımı.

Tabii konunun bir de üstü kapalı geçen kısmı var. Bütünsel olarak (dünya da olsa, ülke de, belli bir sosyal çevre de bu bütün) baktığımızda genel ve artan bir mutsuzluk var. Burada, babamdan bir iki fikir çalarsam ayıp olmayacağını umarak, her dönemde yaşayanlar geçmişi özlemle anmışlar, belki savaş zamanları buna istisna olmuş olabilir, o kadar. Sonuçta “good old days” diye bir laf var (Türkçesi de olacak bu lafın ama çıkaramadım…). Sanki bakıldığında bütün gelişme ve ilerlemeye karşın geçmiş daha güzelmiş gibi bir izlenim doğuyor. Neden, nasıl kısmı bir yana, bugünü mutsuz yaşamak ve mutsuzluğu doğal görmek için bu bile yeterli olabilir aslında.

Benim şahsi olarak kullandığım tek bir araç var mutsuzluğun bir kısmını olsun hayatımdan atmak için. O da basit bir kabulden geçiyor. “Mutsuzlukla mücadele ederek mutlu olunmaz”…

Mutluluğu arayıp bulmak lazım. Mutsuzluk da aranınca bulunur ama mutluluktan çok daha kolay erişilebilir, çünkü ortam kötüleşmeye devam ediyor.

Kötülüğü kabul etmek

Bunu kısa kesmek için elimden geleni yapacağım. Aslında uzatmaya çalışmam lazım, ama kesin olan şey bu yazının çelişkiler üzerine kurulu olduğu. Aksini iddia edecek varsa saygı duyarım, ama; İnsanlar kendilerini beğenir, kendilerini iyi, kendilerini haklı, kendilerini üstün görür.

Ben şahsen bu kadar “harika” insanın ortasına düştüğüm, ve farkında olmasalar da aslında hepsinin lideri olduğum için mutlu olmak isterdim, ama zor gelmeye başladı artık. Bir kişi bile olsa, hiç kimse olmuyorsa ben de olmaya razıyım, ufacık bir kusura sahip olsa, en azından nazar boncuğu olurdu…Öyle ki, ne kendimizi geliştirmeye ihtiyacımız var, ne de çevreyi. Hepimizin haklılığının inkar edilemez kaynak ve gerekçeleri de var bu arada, doğduğumuz yer olur, içine teşrif buyurduğumuz aile olur, genetik bir anlamı olmasa da mensubu olduğumuz ırk olur, hiç bir şey olmasa tuttuğumuz futbol takımı olur.

Neyse kısa kesecektim. Ara sıra sakal tıraşı ya da makyaj temizliği dışında sebeplerle aynaya bakmak lazım. Günaydın…

Friendship

I have just hung up the phone, after a lengthy chat with a friend. Sometimes it is obvious that a friend is a friend is a friend. A friend is maybe, probably, just somebody who can understand that you need to talk, talk about anything and everything but definitely not about the real problem, whatever the fuck it is. A friend is somebody with whom you can stop looking for a solution, for a problem, for a fucking sense in the life, and with whom you just can talk about anything, everything but not the problem. I know that I am lucky, because I have maybe two or three, maybe four but not five people with whom I can talk about anything but not the problem.

I know that it is more sensible for most people to follow societal norms of usual flow of life. For some however it is better to break the norm and follow wherever the mind and heart and luck flows. I know some are looking for assurance of society that everything would be OK if they obey the rules. For some on the other hand, society can only affirm its own raison d’être. I am frankly sick of people living in their own fear. I have fears, do not take me wrong. In contemporary environment, and despite what our pseudo intelligentsia dream, as a global situation, not limited or specific to Turkey and not limited or specific to politics of Turkey, we are all in shit. World have became a ball of manure, orbiting the Sun for a long while now. My problem with people’s fears is that they let the fear feed fear feed fear, ad infinitum.

In such cases, when I need to find a way to break the loop only a real friend can help. I fortunately have some. I will not elaborate the problem as elaboration is not necessary I assume. As there are people who know and laugh at me already, there are ones who think I am stupid, there are ones who think I am exaggerating, there are ones who think problem does not deserve to be a problem at all. Well, I am not an idiot (in fact I am one, but not pertinent to this particular case). I know that problem is a problem because I let it to be a problem. Let me explain the solution as simply as possible; Problem is not a problem anymore…

Pazar sendromu

Ortaokul en nefret ettiğim okul oldu, anlatabileceğim korku hikayelerinin sonu gelmez sanırım. Gerçi başarılıydım, son planda bakıldığında. Ama o kadar nefret edip, ilgilenmediğim bir okulda başarılı olmam da, ortamın kalitesi hakkında bir fikir veriyor olmalı. O kadar değmez bir yerdi ki, neden hoşlanmadığımın detayına girmek bile okula hak ettiğinin ötesinde değer vermek olur. Bir örnek verip asıl derdime geçeceğim. Sınıfta hem çok uyuşamadığım insanlar hem de çok iyi anlaştığım insanlar vardı. Sınıf arkadaşlarımın yarısından nefret edip diğer yarısını çok sevdiğim bir ortam ne öncesinde ne sonrasında hiç olmadı. Sınıfların neden bu kadar uyumsuz insanlardan oluştuğunu sorguladığımızda, farklı kişilerin bir arada yaşamayı öğrenmesi gerektiğini dinliyorduk. Okulun açıldığı günlerde üzerimize çöken 12 Eylül rejimi “Karıştır barıştır” yapmaya ortaokullardan başlamıştı sanırım.

Neyse, okuldan o kadar nefret ederken kaçışım olmadığını bilecek kadar kafam çalışıyordu. Ama bu hafta sonlarını ders çalışmadan, ödev yapmadan geçirmeme engel olacak seviyede değildi. Dolayısıyla ortaokul boyunca Pazar geceleri saat 20:00’den sonra iki gündür salladığım ödevleri çantamı toplarken yetiştirmeye çalıştım. O zamandan beri de her Pazar gecesi kendimi mutsuz ve depresyonda hissetmeye devam ettim.

Hele bu dönemde, çocuk sahibi olmak cesaret gerektiriyor. Ne kadar iyi yetiştirmek için çırpınsanız da, otuz küsur yıldan sonra hala nefretle anacakları bir ortama girmeleri mümkün, herhangi bir sebeple. Kolay gelsin.

. TR MOL