What are the biggest lessons you have learned in the corporate world?

There are several candidates to “the biggest” lesson. As you are asking the one and only one, I would go with this:

Success in the corporate world has two faces, one is how much value you add to the organisation, and the other is how much successful you seem to other people in and out of the organisation. These two are usually not balanced, meaning that most of the time your image (lets call it face value) is either more or less successful than your added (or actual) value.

When your face value is higher than your actual value, it is easier to advance your position, increase your prestige, open some doors etc. It is also easy to make new enemies, attract more negative feedback from people. And due to increasing expectations, it is easy to fail.

When your actual value is is higher than your face value, it is easier to self motivate (the most important motivation type), to develop oneself without gathering so much attention, and usually people would not pressure you more than you can handle, maybe other than your immediate boss. But you would also frustrate, some people would not see you as “material” etc.

So, due to these characteristics, people tend to oscillate between these two situations. Now they are overvalued, then they are undervalued, and then, and then, it goes. It is important to remember, this situation is normal, both positions have positive and negative aspects, and should be acted upon accordingly. In fact most situations in life are in that way, with positive and negative aspects. Easiest time in your life is when you are in balance, not overvalued, nor undervalued. However it is also the most static time in your life…

Take care.

Aşk ya da Müzik veya Şiir Üzerine

Çoğu zaman ne aradığımı bilmeden bakınırken gördüğüm ufak cevherler oluyor sağda solda, bu da onlardan biri. Çok detayına girmek istemiyorum aslında, kendisi için konuşacak yetkinlikte bir şiir sonuçta. Şarkı sözlerinin hepsine şiir demek fazla iyimser bir bakış belki ama işin içinde Shihan the Poet olunca, pek soru işareti kalmıyor, en azından benim için. Geçen sene başıma gelenler içinde, en önemli olaylardan birinin Marcus Miller konserine gitmek olduğu gittikçe netleşiyor, ilginç şekilde.

I want a love like
Me thinking of you
Thinking of me thinking of you type love
Or me telling my friends more than I’ve ever admitted to myself
About how I feel about you type love
Or hating how jealous you are
But loving how much you want me all to yourself type love
Or see how your first name just sound so good next to my last name
And I wanted to see how far I could get without calling you
And I barely made it out of my garage
See, I want a love that makes me wait until she falls asleep
And wonder if she’s dreaming about us being in love type love
Or who loves the other more
Or what she’s doing this exact moment
Or slow dancing in the middle of our apartment to the music of our hearts
Closing my eyes and imagining how a love so good

Miller/Shihan Van Clief

Özümsenmiş faşizm

Malum, bir meslek hastalığı olarak;
Hayatın akışına, akışın kontrol ve raporlamasını yapan bilgisayar programları gibi bakmak kolay geliyor. İnsanların yazdıklarını, söylediklerini isimlerden sembollerden arındırıp, temel mantık ve kurallar çerçevesinden bakınca bazı çirkinlikler çok belirgin şekilde gün yüzüne çıkıyor. Özümsenmiş faşizm de bu cümleden hayatımızdaki en görmediğimiz, görmemekte ısrarcı olduğumuz çirkinliklerden biri.

Dün facebook’ta bir yazıda, hem de çok yakınımdan, iki kişinin ortak olarak “biz toplu cezalandırma uygulayan lider istiyoruz” dediklerini gördüm. Tabii bu şekilde ifade etmedikleri gibi, muhtemelen bir kahramanlık hikayesini övdüklerini sanıyorlar, muhtemelen ilkokulda bize ezberletilen yalanların arkasına bakmaya da çalışmamışlar.

Her şeyden önce, toplu cezalandırma uygulanan bir ortamda yaşamak istemediğim gibi, bunu uman insanlarla da ortak bir noktam olmasını istemiyorum. Hepsinden ötesi, hayattan habersiz, yazdığını, paylaştığını düşünmeyen, kolay gaza gelen, provokasyonlara bu kadar açık insanlarla bir arada olmak en kötüsü…

Dağınık bazı düşünceler.

Hayat çok zor, modern hayatın kolaylıkları ömrümüzü uzatırken, bazı rahatlıklar sağlarken, bu faydaların bedellerini insanlığımızın ufak parçalarıyla ödüyoruz. Değerli insanları ne kadar sevdiğimizi ancak öldüklerinde ya da gittiklerinde ifade ediyoruz. Ben açıkçası insanların iki yüzlülüğü gibi şeylere takılmıyorum uzun süredir, çoğunun korku dolayısıyla maskeler taktığını öğreneli çok oldu. Benim korkularım uzun süre çevremdekilere bedel olarak yansıdı. Garip olan şu ki, bir gün korkmayı bıraktım, sebepsizce. Ondan sonra da uzun süre “neden korkmadığım” için sorgulandım.

Hayat çok da güzel, beklemediğin anda sürprizler çıkartıyor karşına. Sürpriz sevmeyen biri olarak bile mutlu olmak durumunda kalıyorsun. Belki planların anlamsız, endişelerin yersiz, planların boş olduğunu hatırlattığı içindir.

Bunları niye yazdığımı bilsem ben de plan yapıyor olurdum, ama sadece yazıyorum amaçsızca. Hayatta etkilemeyi isteyeceğim kişilerin zaten bir şekilde bildikleri şeyleri nasıl paketlediğimle ilgileneceklerini sanmam. I also do not think this is for the sake of posterity as I cannot care less about future generations….

Bazen ilginç noktalar belirginleşiyor hayatın akışı içinde Sadun Boro’nun bugün ölümü ve hafta içinde geçen bazı konuşmalar dolayısıyla; Şiir sevmediğim varsayımıyla (!) şiir olup olmadığı bence tartışmalı bir şeyle durumu açıklamak lazım:

... that I be not bury'd in consecrated ground.
& that no sexton be asked to toll the bell.
& that nobody is wished to see my dead body.
& that no mourners walk behind me at my funeral.
& that no flowers be planted on my grave,
& that no man remember me.

Gidenin ardından iyi ya da kötü şeyler söylense ya da hiç bir şey söylenmese değişen yok, ölenin hesabı kapalı, kalanlar üzgün, çevre kendi halinde…

Öte yandan, hiç bir şeye aldırmıyor değilim, aksine çok ciddi şekilde aldırdığım şeyler, iyi olmasını, gelişmesini istediğim şeyler, mutluluğunu görmek istediğim insanlar var. Hayat, neler getirecek diye endişelenerek bu olumlu beklentilerin sağlanamayacağını hissediyorum sadece…

Hayat, insanlar ve diğerleri

Zorluklardan şikayet etmek çoğu zaman kolaya kaçmanın bahaneli yolu. O zorluklar olmasaydı elimizdekilerin kıymetini nereden bilecektik diye düşünmek de ayrı bir külfet gibi geliyor sanırım. Bu konuyu düşünürken aklıma aşağıdaki şarkı geldi:

Men şerem, men şer
Men şerem, men şer
Görürem murdar işler
Şer olmasa tanınmaz xeyir
Göresen bunu xeyir bilir?
Ne pis seslenir adım menim
Yokdur dünyada menim hörmetim
Etseler şere hörmet
Xeyire xeyir demezler elbet
Men şerem, men şer
Men şerem men şer
Çalış ey düşme şere
Adın düşmesin murdar dillere
Adın çıkıb çıksın canın senin

Yuxu

İşin ilginç tarafı şarkının sözlerini ararken bir de bunu buldum:

Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz.

Said-i Nursî

Biri Türk Heavy Metal gruplarının en iyi ve en bizim dar çevre içinde bilinenlerinden biri, diğeri İslam’ı Türkçe yazan en büyük alim. Hayat, en azından Türkiye’ de yaşadığımız hayat, gerçeklerden çok hayaller üzerine kurulu. Öte yandan görünen o ki kültür’ün köklerinde bir yerde sağlam şekilde yerleşmiş gerçekler var, hayallerin yetişemediği yerdeki gerçekler…

. TR MOL