Silinemeyen aşklar

Çok aşık oldum, kolay aşık oluyorum. Bu yüzden suçlandığım da oldu, takdir gördüğüm de. Herkesin değil ama çoğu insanın kalıpları var bu konuda, hepsine uymaya çabalamak anlamsız. Ama sonuçta, insanlar da kalıplarıyla yaşıyorlar sıklıkla. Bunu bir kabahat gibi görmeyi bırakıp, hayatlarını kolaylaştırmak için yaptıklarını kabullenseler, hayatları daha da kolaylaşacak belki.

Öte yandan aşık olmayı dizilerden öğrenmiş çocukların bilmediği bir şey var; Aşk kolay kolay ölmez. Bakıyorum, düşünüyorum, bunca zamanda ve uzunca bir listede sadece iki kişiye karşı duygularım değişmiş, biri oldukça kökten ölüp giderken benim için diğeri çekilmez de olsa kıymetli bir arkadaş olmuş kalbimde. Geri kalanların her biri ayrı bir yara olarak yaşıyorlar. Neden olmamış, neden yürümemiş? Kiminde -muhtemelen çoğunda- ben kabahatli olmuşum, kiminde -muhtemelen daha çoğunda- ortam, zaman kötüymüş. Karşı tarafın kabahati olan hiç yok, olmaz zaten, olsa aşık olmazsın.

Hangi noktada sevgi ve arkadaşlığın aşka dönüştüğünü hala keşfedebilmiş değilim. En azından kendi özelimde bunun cevabını bulamıyorum. Sadece son derece garip bir işareti yakın zamanda farkettim. Eğer renk körü olmasam ve ehliyetimi 18’imde alsam belki daha önce uyanırdım buna. Aşkın geliyorum demeyip, doğrudan tepeme düştüğü dönemlerde arabadan tek parça çıkamama riskim olan durumlara düşüyorum, dalgınlıktan. Ama (zaten biliyorduk demeyin) salaklığım dolayısıyla bunu farketmiyorum. Fakat bir noktada, hani insanların hayatının film şeridi gibi geçtiği noktada, kendimi ya da kedi(ler)imi değil de bir başkasını görürsem uyanıyorum…

Bir yandan da bakıyorum, ki bunu açıkça ifade etmek bile tehlikeli geliyor ama, canımı yakmasına izin verecek kadar bağlandığım insanlar, bu izni çok seyrek ve istemeyerek kullanmışlar. Ben ne kadar acı verdim, onu tarafsız olarak söyleyemem, ama “keşke yapmasaydım” dediğim şeyler az değil, hiç biri kötü niyetle değildi ama sonuç değişmiyor. Can yakmaya açık bırakılan kapıların kullanılmamak üzere açıldıklarına inanmıyorum, ama bedeli ağır olabiliyor kullanmanın…

Bunları neden yazdığımı biliyorum, yakın çevremde de bildiğini düşünüp yanılacak insanlar var. Arkadaşlık öyle bir şey işte, arkadaşını kendisinden daha iyi bildiğini düşünüyor insan…

Güncele dair notlar

Yazmayı, konuşmayı isteyip zaman, fırsat, arkadaş bulamadığım bazı konular var epeydir. Şu anda yazıyorum çünkü Amerika’dan birinin benzer bir yazısını okudum. Yalnız olmadığımı oradan biri sayesinde görmek iyi mi kötü mü bu ayrı bir tartışma konusu.

Hepimizi çevremiz belirliyor, bu konuda çok şüpheye yer yok. Hepimiz değilse bile çoğumuzun düştüğü bir hata ise dünyayı çevremizden ibaret sanmak. Benim şansım vardı; Babam ben beş yaşındayken 15 20 dakikasını ayırıp, arabaya ne kadar benzin koyarsak koyalım, yolun sonuna kadar gidemeyeceğimizi her zaman bir sonra gidilecek bir yer olduğunu anlatmaya çalışmıştı. O sırada ne kadar anladığım şüpheli ama belli bir hayat görüşü oluşturacak etkiyi bırakmış üzerimde.

Çevremde ben de dahil herkes dertli, herkes nereye göç etsek derdinde, herkes çocuklarını ne yapacağını, nasıl büyüteceğini kuruyor. Tabii benim çocuk büyütmekle ilgili tek derdim, kedilerime düzgün mama almaya devam edip edemeyeceğim, çevrede düzgün kum satan tek marketin cemaatçi olduğu ortaya çıktıktan sonra batmış olması v.s. Daha dün Yunanistan’a taşınmanın mali avantajlarını ve Fas’ın sıkıntılarını konuştuk. Ben hala Fas diyorum ama, bakalım…

Benim dahil olmadığım, ama çevremde çok yaygın görünen endişeler ve konular da var. Herkes Cem hoca’nın Özdil’e nasıl geçirdiğini konuşuyor. Yirmi yıl önce de ani ve sağlam çıkış yapma yeteneği vardı, kaybedecek değil ya… Gösterdiği tepki, akademik formatta, eksik/hatalı yapılmış bir incelemenin eleştirisidir. Boğaziçi’nden akademik bilginin günlük hayata uygulandığı bir örnek çıkması konu oluyorsa, halimiz harap demektir. Yine yirmi sene önce, Irak’ta (Saddam Hüseyin diye bir adam vardı, hatırlar mısınız, onun diktatörlüğü altında) Kürtçe akademik çalışma yapılabilirken, Türkiye’de neden yapılmadığını tartışıyorduk. Şimdi Türkçe bile yapılamıyor olmalı ki, bu kadar gündem oldu bir akademisyenin çıkışı.

Herkes Boğaziçi’ndeki rektör atamasını konuşuyor. Hocam, Sütçü İmam diye bir üniversite var memlekette, rektörü hakkında siz ne kadar şey biliyorsanız, Hisarüstü mahallesi dahil, halk da Boğaziçi rektörü hakkında o kadarını biliyor. Üstün Ergüder gibi harika bir adam rektör olduğunda da sistem hatalıydı. Önemli olan, hatalı sistemi işimize gelen sonuçlar ürettiğinde eleştirebilmek.

Fırsat bulur da elitist hassasiyetlerinizi incitmekten korkmazsanız şu yazıyı da bir okuyun, fitil niyetine…How did Donald Trump win the 2016 Presidential Election? . Politik ortam olarak farklı olabilir, ama sosyal kopukluk açısından bize çok paralel. Ben, mezun olduğumuz sırada, “Amerika’ya gitmem, orası polis devleti” dediğimde acıyarak bakan arkadaşlarıma öpücükler sallıyorum. Özal’ın hayalini gerçekleştirmiş de aşmışız bile, Küçük Amerika’ya hoş geldiniz, ve günaydın…

Bir kedinin ölümü

Bugün, hayatımda üçüncü kere bir kedinin ölümünü seyrettim. Bu belki üzerinde konuşulacak en güzel konu değil. Ama bu konuşulacak gerçek bir konu. Hayatta bir iki aylık tecrübesi olan, bir kiloluk bir yaratığın, etrafında anlayamadığı, kavrayamadığı hızlarda koşan binlerce kiloluk metal yığınları görüp korkarak kaçması önemli bir konu. Birinciden, ikinciden, üçüncüden kurtulup, arka ayaklarını dördüncüye, daha ne olduğunu anlayamadan debelenirken kalanını beşinciye kaptırması acıklı bir konu.

Acıyı, neyseki çok kısa bir süre, çeken güzel mavi beyaz bebiş bir evde sevilip şımartılabilirdi. Onun yerine Salı Pazarı’nın önündeki yolda bir lekecik halinde yatıyor, sabaha o da kalmayacak.

“Ölen insanlar varken bir kediye sıra gelir mi” diyenler olacak. Hatta hangilerinizin böyle düşüneceğini isim isim biliyorum. İki aylık bir kedinin masumiyeti ve göz önündeki ölümüne üzülmeyen biri, ölümü duyulduğunda ilk soru “bizden mi, onlardan mı” olan ortamda bir insana zaten üzülmez, merak etmeyin…

Negatif enerji, pozitif enerji temelinde bu yazdıklarımı görmemek isteyenler olacak. Enerjinin cinsi, gerçeği değiştirmiyor, bu sabah minik, masum bir can vardı, bu akşam o minik can yok.

Biri bencilce, iki sebeple buraya yazıyorum. Birilerinin o bebişin ölümünü hatırlaması, en azından ölümünün ardından hayatında görmediği kıymeti, sevgiyi ona göstermesi lazım. Bu birincisi. Ayrıca, ne kadar alışık da olsam bu tür yüklere, birileriyle paylaşmalıydım. Bu da bencilce olanı.

Bir cenazenin ardından

Facebook’ta benimle ilgili timeline metrikleri yeterince yüksek olanlarınızın gözden kaçırmak mümkün olmayacak şekilde bildiği üzere, Osman Darcan eski bir hocam ve kaybına üzüldüğüm bir insandı. Facebook arkadaş çevremle RL arkadaş çevremin ortak kesişim kümesinde de ciddi oranda mevcut Boğaziçi’nden arkadaş ve hocalarımın bildiği üzere ise kendisiyle hemen hemen hiç anlaşamazdık.

Hiç anlaşamayan insanlar olarak, garip şekilde, çoğu hocamdan daha fazla miktarda ders dışı konuda beraber çalışmamız gerekti. Ben ona zor bulunur referans dökümanları sağladım, CPU time rezerve ettim. O bana garip garip problemler buldu uğraşayım da nasılsa geçeceğim dersin biraz da faydasını göreyim diye… Ama anlaşamazdık işte yapacak bir şey yoktu…

Artık ise yapacak hiç bir şey kalmadı. Ben sevdiği o kadar insanı kaybetmiş biri olarak öğrendiğim ama görünen o ki anlamadığım şeyi Osman sayesinde anladım. Bir gün bir mesaj geliyor, bir telefon çalıyor, gazetede bir haber görüyorsun ve….

Daha ötesi var, caminin avlusunda, benzer, bir noktada özdeş, çoğu birbirini hayal meyal tanıyan ya da tanımayan insanlar olarak bir araya gelmiş bir topluluk vardı. Her zaman öyle olur zaten. Ama bu seferki kitle, diğer gördüğüm pek çok cenazeye göre bana daha çok benzeyen insanlardan oluşuyordu. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilemediğim için bu yazıyı bu kadar beklettim, ama; Belli ki, camiyle pek de ilgimiz yoktu, fakat Osman için oradaydık. Üstelik açıkçası hepimiz de Osman’ın o anda bizimle pek ilgilenmediğini bilecek kadar da büyümüştük, ona rağmen Osman için oradaydık.

Ben cenazenin sonunu beklemeden kaçtım. Çok genel olarak ifade etmek gerekirse; Neden çok uzun süredir camilerden uzak durduğumu Cuma vesilesiyle mahalleye yayınlanan vaazı dinlerken hatırladım diyelim… Bu da bir başka yağmurlu günün hikayesi olur herhalde…

Yazılacaklar, yazılmayacaklar

Anlatacaklar birikince genelde başına ekşidiğim, sonra da ekşidiğim başını ağrıttığım insanlar koşturmada bugünlerde. Bir kısmı inanarak, bir kısmı tatil aşkıyla, bir kısmı görev bilincinde, bir kısmı da zamanında yedikleri naneleri temizlemek uğruna bayram çocukları oldular. Görseler benim sakin sakin otururken gördüklerimi bu kadar acele ederler mi bilmiyorum, Istanbul’u terk eden trafiğe katılmak için. Istanbul’u terk etmek için doğru zaman ve gerekçe çok tabii.

Bu sabah farkına vardım ki, kendi sevgim için olduğu kadar; Evli olduğu yıllar boyunca, bütün özlemine karşın kedi besleyememiş babama vekâleten de bu yaratıkları hayatıma sokuyorum. Bu yüzden Çıt çıt’a her baktığımda babam aklıma geliyor, iri yarı sarmanları seven, dişlenip tırmalanmaya hiç kızmayan… Muhtemelen Çıt çıt babamın kedi zevkine göre çok lapacı kalıyor, ama bunu hiç bilemeyeceğiz. Mıncıklanacak kedi zevkineyse tam uyduğunu sanıyorum, ne yazık ki bunu da bilemeyeceğiz. Hayatta olsalar bu bayram bana ziyarete gelmesi gerekecekti annemin, babamın. Çıt çıt’a günde üç kere ilaç verip bir de ekstra hizmetlerini görürken beyimin, arabaya atıp bizimkilere el öpmeye götüremezdim.

Kimseye bayram nasihati verecek halim yok, ama sadece birileri gittikten sonra öğrenilen bir şeyi, şanslı oldukları için bilmeyenler var… Bodrum’daki tatil köyleri hep orada, gidenler ise bir kere gittiler mi bir daha konuşma şansı kalmıyor.

. TR MOL