Komşuluk

Geçen sene bugünlerde, ya 29 Aralık 2016 ya da 30’u. Bu eve taşınalı daha iki hafta olmamıştı yani. Hayatımın en kötü dönemlerinden biriydi, bilinen ve bilinmeyenlerle. Gece yattığım yerden bu şarkıyı duydum:

https://youtube.com/watch?v=6WmsvLYJyNA

Ama ilk anda uyanamadığım ekstra bir güzelliği vardı. Sonra anladım, Sezen Aksu söylemiyordu, müzik canlıydı. Komşulardan birinden gitar ve vokal geliyordu, hepsi o kadar. Hayatta güzel bir şeyler olduğunu bu kadar doğru zamanda hatırlatan çok fazla tesadüf yaşamadım, bu aralarında en gereklisiydi sanırım.

Beni biraz da olsa tanıyanlarınızın tahmin edeceği üzere, adını bile bilmeden selamlaştığım iki üç kişi dışında komşularla pek bir ilişkim yok. Müziğin nereden geldiğini de bilmiyorum, tekrarlamadı. Belki de taşınıp gittiler. Fakat çok düşündüm bu konuyu. Bazı insanlar yoldaki bir böceği ezip geçtikleri gibi insanı ezerken, başka bazıları da yine farkında bile olmadan o ezilmişi yerden kaldırıp yola devam etmesini sağlıyorlar.

2017’nin özeti

Geçen her an, alıp da vermeyi becerdiğimiz her nefes, düşmeden atabildiğimiz her adım, birini kırmadan edebildiğimiz her bir kelâm hayatta başarılı olduğumuz bir anı aslında. Cahil olduğu bir konuyu bulup, bir kelime olsun yeni bir şey öğrenmekten mutlu olmak güzel bir şey, tanımadığı bir insanla tanışmak ya da tanıştığı bir insan hakkında yeni bir şey öğrenmek de farksız.

Oldukça kültürlü, bilgili insanlar tanıyorum, kendilerine “ispatlanmadıkça” kendi akıllarıyla bulmadıkları herşeyi “olmaz öyle şey” diye başlayan bir cümleyle karşılayan. Bu kadar gururun, kendini beğenmişliğin, ukalalığın ardında bir dayanak olsa ne olur, olmasa ne olur? Önemli olan bu sebeple kaybedilen fırsatları göremeyecek kadar körleşmiş birine acımanın ahlaken gerekli ama pratik açıdan faydasız olması. O kadar kültür, bilgi ne işe yarıyor onu bilemiyorum tabii.

Fedakârlık yapmayı zül, kendilerine fedakârlık yapılmasını hak bilen insanlar tanıyorum. Herşey karşılıklı değil tabii, istedikleri kadar duyarsız olabilirler. Tek sıkıntım bu tür insanlarla şu; Bu konuda farkındalıkları yoksa, muhtemelen pek çok başka konuda da boş oluyorlar, yoksa onay, teşekkür bekleyerek yapılan şey zaten fedakarlık olmayacak.

Öte yandan güzel insanlar da var, yolda karşılaşınca görüşülmeyen yılların derdine düşmeden dünü bugüne bağlayan, bencillik yaparken “bencillik yapacağım, ona göre” diye başlayan. Öte yandan güzel insanlar da var, geçenlerde bir arkadaşımla konuştuğumuz üzere, popomuzu temizlemekten aciz zamanlardan tanıştığımız, birbirimize numara yapacak halimiz kalmamış.

Kısacası hayat her zamanki gibi gidiyor, saatin ve takvimin gösterdiği rakamlar değişiyor, hepsi o.

Arkadaşlık

Bu biraz dağınık olabilir, bakalım…

Geçen hafta sonu okuldan bazı arkadaşlarımla, aralarından birinin evinde buluştuk. İkisini en son dört ay önce görmüştüm, bir diğeri eh bir ayı belki geçmiştir, bir başkasını ise 18 senedir falan görmemiştim, arada yazışıyorduk sadece. Bütün malum arkadaşlık kriterleri, tanışmamızın üzerinden 23 sene ve 3 ay geçmiş olması v.s. bir yana birkaç nokta dikkatimi çekti.

Bir kere, kimi ne kadar zamandır görmediğimizin herhangi bir önemi yoktu, herkes aynı, herkesle konuşmayı sanki dün gece yarım kaldığı yerden devam ettiriyor gibiydik. Bu eski arkadaşlarla konuşurken gördüğüm bir şey, eski işlerimden arkadaşlarımla da oluyor, ilkokuldan arkadaşlarımla da. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süreden daha eskiden beri tanışılıyorsa, masaya otururken konuşmaya kaldığın yerden devam eder gibi başlıyorsun. Hatta gerçekten kaldığın yerden devam ediyorsun, duruma göre… Bunu biliyordum zaten ama insanları ne kadar süredir görmediğimin bu kadar fark etmeyeceğini düşünmemişim. 18 yıl da geçmiş olsa, 2 ay da, bir kere iyi arkadaş olmuşsan o bir şekilde etkisini gösteriyor.

Bir diğer nokta şu; Doğal olarak bu ortamlarda dedikodu olur. Ama bir ara baktım iki kişi karşımdaki koltukta oturmuşlar beni çekiştiriyorlar. Açıkçası (her ne kadar yapılan analiz hatalı da olsa!!!) başka pek çok durumda beni kızdırıp rahatsız edebilecek bir şeydi, ama bu sefer çok farklı bir şeyi anladım. Beni eleştirmelerini zaten istediğim, çekiştirmelerini aslında sevdiğim, bu arada bu iki gerçeği de bilen, insanlar bunu önümde yapmayacaklar da arkamdan mı yapacaklar? Buradan bir ders çıkaracaksak, “yüzüne karşı dedikodusunu yapamadığın, ya da arkasından yaptığın dedikoduyu açıp “dedikodunu yaptık” diye anlatamadığın biri, belki de en iyi arkadaşın değildir”.

Neyse işte herkese iyi arkadaş lazım…

Özlemek

“Özlemek kavuşmaktan daha kıymetli”.

Bu hafta, hatta bu ay ettiğim, edeceğim en parlak laf muhtemelen bu gibi duruyor. Bunu söyleyene kadar beni konuşturup kafamı zorla çalıştıran arkadaşım kıymetlidir benim için. Ama muhtemelen kuyuya attığı taşı çoktan unutmuş fosur fosur üzerine uyumuş bile olabilir.

Bunun böyle olduğunu içgüdüsel olarak görüyorum ama gerekçesini  ifade etmek zor geliyor açıkçası. Kavuştuğun zaman, özlediğin sırada hayal ettiğinin gerçekte o kadar da parlak olmadığını mı görüyorsun? Belki gerçekten öyle. Kavuştuğun zaman hayal edecek bir şeyin kalmıyor da ondan mı acaba?

Evlilikler aşkı öldürüyor ya, acaba bu da aynı hikaye mi? Öf ya, çenem düşük zaten, neden bu kadar çok konuşturdun beni?

Neyse işte…

Kimlik-şahsiyet

Okulda en hoşlanmadığımız, ciddiye almadığımız grupların ortak bir özelliği vardı. Sürekli olarak “biz farklıyız hocam” ve “bizi kimse anlamıyor” (aslında anlaşılamayacak kadar ilerideyiz…) arasında gidip gelirlerdi. O sıralarda aramızın çok iyi olduğu bir arkadaşın ifadesiyle “Hepsi Kurt Cobain’in hırkasından giymiş depresif tipler, petekte oturup kötü şarkılar söylüyorlar”dı.

Düşünüyorum da son derece açıkça görünen gençlik bunalımları ve büyük bir yüzdenin Anadolu’dan Istanbul’a gelmiş olmaktan doğan şoku yaşıyor olmaları bir yana, önemli bir faktör daha varmış. İnsanlar çoğu zaman kimliklerini “Adım Soyadım” etiketlemesiyle ifade etmeyi yeterli bulmuyorlar. İlle yanında bazı ekstra ifadeler olacak; “Bilmem nereliyim”, “bilmem kimlerdenim”, “şu partiye oy verenlerdenim”, “şu politik görüştenim” (bu son ikisinin paralellik göstermediği ilginç ülkelerden biri Türkiye), “herkesten farlı olanım” (ama bana benzeyen bir sürü arkadaşım var, nasıl oluyorsa…), belki en yaygını “şu futbol takımını tutanlardanım”… Bu etiket(ler) gerekiyor insanlara.

Ben yıllarca “nerelisin” sorusuna “Istanbul” diye cevap verdikten sonra (ki İzmit’te yaşıyordum), üniversiteyi kazanıp, Istanbul’a dönmek için liseyi bitirmemi bekleyen ailemle buraya geldiğimizde çok garip bir durumla karşılaştım; Istanbul’da “Istanbulluyum” lafı şüpheyle karşılanıyordu (yok yok, asıl memleket nere???). Bir süre “Bahçesaray” dedim, sonuçta dedem savaştan sonra oradan kaçıp gelmiş kardeşiyle. Bu bir soruna yol açtı, insanlar Kırım yerine Van’ı anlıyorlardı, daha kötüsü Vanlı çok arkadaşım var, “o mahalle mi, bu mahalle mi” diye sormaya başlıyorlardı. Sonunda “Karagümrük” demeye başladım. Karagümrük, bir köy olarak çok ilginç bir özelliğe sahip. Uzun yıllar Istanbul kara gümrüğü burada olduğu için, muhacirlerin nüfus kayıtları girişte Karagümrük köyüne yapılmış. Dolayısıyla aslında Karagümrüklü olmak, büyük bir ihtimalle muhacir torunu olmak anlamına geliyor. Ama çoğunluk bunun farkında olmadığı için, bir de bizim oranın malum futbol klübü sağolsun, Karagümrük nüfusuna kayıtlı herkesin uzaktan da olsa bir kabadayılığı var sananlar çoğunlukta. Tabii benim şansım(?!) bizimkilerin yakınlarda yaşamaya devam etmesi. Yoksa maçları seyretmenin tehlikesiz, ama klübün idare binasının önünden geçmenin sakıncalı olduğunu nasıl öğrenecektim. Neyse…

Görünen o ki, insanlar için etiketlerin değeri kendi kimliklerinden daha fazla. Uzaktan, dolaylı olarak bile akraba olmanın kıymeti ölçülmez. Uzaktan bile hemşehri olmak harika. Eh hiç bir şey yoksa ya aynı futbol takımını tutacaksın ya da aynı partiye oy vereceksin. Okumanın kıymeti olan zamanlarda (geçen yüzyılda mesela!) aynı okuldan olmak da işe yarıyordu, sanırım artık pek bir anlamı kalmadı.

Yıllarca, “Ortadoğu, bizden daha iyi” dediğim sırada eli kalbine giden önce hocalarım, son zamanlarda da arkadaşlarım oldu. Madem o kadar kahroluyorsunuz, okul neden hocalarını kaybediyor diye dert edinin, ya da okulda kalan kahramanlara yardım edin, gidin bir iki ders verin. Ama varsa yoksa, “imajı çizdirmeyelim”.  İmaj çizilmiş, bütün HR’cılar en sadakatsiz kitle olarak bizden çıkan çocukları bellemişler. Artık konu imaj değil, kaliteyi yükseltip imaja rağmen başarı sağlamak. Tabii zor geliyor, çünkü etiket korumak daha kolay.

Yine yıllarca Beşiktaş’ı tuttuğumu bildi insanlar, ama kimse neden Metin, Ali, Feyyaz döneminden sonrayı bilmediğimi sormadı bile, çünkü yetiyor “acıların takımının mütevekkil taraftarı olmak”. Metin abi’yi Kocaeli Spor zamanından bilirim. İzmit’te hocalarını, okul müdürlerini bile, takmayan gençler olarak, yolda karşımıza çıksa, ki çıkardı, ceketlerimizi iliklerdik. Düzgün adamdı, umarım hâla öyledir.

Bunca hikayede şahsiyete hiç yer olmadı, çünkü toplumsal bakışta “şahsiyetli olmak”, “kendisi olmak” bırakın gereksiz olmayı çoğu zaman zararlı, tepesine vurulacak çivi olarak görülme sebebi. İnsanlar kendi fikirlerini filtresiz ifade ettikleri zaman “çıkıntılık yapmakla” eleştiriliyorlar. “Uyumlu” olmak bir meziyet… Ne bileyim, tam bir rakı sofrası muhabbetiyle bitireyim bari, sevmem mereti ama; “Ne olacak bu memleketin hali????”

. TR MOL