Kontrolsüz gelen hatıralar

“Kafamın çalışmadığını” düşünen çok insan var biliyorum. Aslında çalışıyor, ama nasıl çalıştığını benim bile anlamakta zorlandığım zamanlar oluyor.

Bugün arabadayken, üst paneldeki sensör LED’leri dikkatimi çekti, alıcılarının nerede olduğunu bilmediğimi fark ettim. Oradan, arabanın iç aydınlatmasının ışık seviyesini düzenleyebildiğine geçerek sensörlerin (deterministic olarak) çalıştığına karar verdim. Ama aracın iç ışıkları hakkında bu kadar çok düşününce, doğal olarak (!!!) aklıma David Morell’in “The Brotherhood of the Rose”‘u geldi. O kitapta kahraman, kapı açılınca ışığın yanıp yanmayacağını bilmediğinden (unable to determine) kapıyı açmadan önce lambayı parçalar ki, çevreden görünmesin.

Tabiatıyla, komplo teorileri ve arabalar hakkında düşünmenin sonucu olarak “Alfa Romeo’nun logosundaki çocuk (ya da adam) müslüman mı?” sorusuna geçmek kaçınılmaz oldu. İşte bu da işin üzücü kısmı…

4 Eylül 2016 saat 23:00’e doğru Enver abi anlatmıştı bana; Logodakinin müslüman bir çocuk olduğunu, İtalyanların Visconti ailesinin sembolü olmasını falan söyleyip konuyu sulandırdıklarını ve “araştır” demişti. Çok uzun bir süre sürmedi tanışıklığımız, ama kafamı en çok çalıştırmamı sağlayan insanlardan biri oldu. Keşke…

Babamdan kalanlar

Annem, babama çok kızardı, benim yanımda, kendisinin yanında, babaannemin yanında v.s. sigara içtiği için. Ama Muhterem Baysal, pek de bildiğiniz klasik babalardan değildi belki, en azından benim babam olduğu için bana hala öyle geliyor. Bir gün, ben sekiz dokuz yaşındayken, “çocuk sana özenecek” konuşmaları vardı yine, fena halde de özeniyordum gerçekten. Babam bir sigara yaktı, annemin yanında, “ama iyice içine çekmezsen bir daha vermem” diyerek elime tutuşturdu. Sanırım kendime gelmem 15-20 dakika sürmüştür, nasıl kusmadığımı hala bilmiyorum.

Aslında annemin, en azından o an için korkması gereksizdi. Çünkü aynı şeyi dört beş yaşında da içki için yapmıştı babam bana. Bir kadeh vişne liköründen sonra iki oda, iki balkon, bir salon ve çeşitli ıslak hacimlerden oluşan evde hayatımın en hızlı koşusunu yapmıştım bir süre. Bir daha da kimsenin içkisine, en azından ikisi de hayattayken elimi uzatmadım. Bu numaralar, en azından otuz yıla yakın işe yaradı yani.

Kitaplar konusu ayrı bir hikaye. Sanırım dördüncü sınıfta rahmetli Altınser Dilek’le konuşup ev ödevlerine engel olduğu için yaz tatiline kadar kitap okumayı yasaklamaları dışında hep destek oldular. Özellikle de babam. Kitap okumakla ilgili olumsuz olabilecek tek ifadesi “Nermin, çocukları Émile’de okuduklarıyla büyüttü, biz burada yapamayız…” olmuştu. Halamı da, oğullarını da çok severdi. Bizim ne yapamayacağımızı anlamak için Émile’i okumak zorunda kaldım, herhalde o da Ortaokul’un ilk senesiydi. Gerçekten hala içimde ukde kalmıştır, İznik gibi havası, toprağı, insanı güzel küçük bir yerde büyümemiş olmak, o gerekiyormuş. Gerçi bugün İznik de en az benim büyüdüğüm Yarımca kadar gelişti, ama abimler çocukken harika bir yermiş, ben küçükken de öyleydi.

Ne yazık ki, aşk konusunda elime sigara ya da kadeh verdiği gibi bir ders mümkün değildi. Hatırladığım, ve hala içinden çıkamadığım anlaşılan, en önemli uyarısı, “kadınların hayat anlayışı bizden farklıdır, senin söylediğinle onların anladığı, hissettiği aynı olmaz” olmuştu. Sanırım, ne dese işe yaramayacağını bilerek, en azından doğru yönde bir işaret vermeye çalıştı.

Beni sigaraya da içkiye de aşklarım başlattı, otuz yıl aradan sonra. Ne birinden pişmanım, ne de ötekinden.

Problemi başkasında aramak

İnsanlar günah keçilerini seviyorlar. Problemi bir başkasında bulmak aslında iş yükü olarak zor olan opsiyon, kendindeki sorunu bulmakla karşılaştırınca. Ama problemi başkasında bulmak duygusal anlamda daha kolay geliyor. Bugün çok yapacak işim yoktu sanırım, Bir ara aklıma takıldı, çok uzun süredir kimsenin “kabahat bende” dediğini duymamışım, “kabahat bende, sana güvendim” dışında.

Açıkçası ben ne kadar kabahati kendimde buluyorum emin değilim. Çok sık olmadığı kesin, belki toplum ortalamasından çok, ama eminim gerektiği kadar da değil. Öte yandan son dönemde uzunca süredir boşladığım bir kuralı yeniden hayata geçirdim. Her tür eleştiriye açık değilim artık. En azından bunu açıkça ifade edecek kadar kendimi tanıyorum. Kalitesiz eleştiriye katlanmıyorum artık. Muhtemelen farkına varanlar olmuştur. Kaliteli eleştiri nedir, hala tam bilmiyorum. Kendimi iyi hissettirmesi falan değil, onun adı başka. Eskilerin ifadesiyle “halis niyetle” yapılmış eleştiri bence anlamlı ve faydalı oluyor.

İnsancıl yaklaşım ve alternatifleri

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken konu bir şekilde, arkadaşlık, dostluk, başkalarına insancıl yaklaşmak, iyilik yapmak, yapmamak, neyin beklenir olduğu v.s. bir araba “iyi” olma ya da olmama alternatifine geldi. Kendisi “eski” bir arkadaşım olarak, ve muhtemelen hangi düğmelere basarsa ne olacağını bilen biri olarak az laf edip çekilip “hadi bakalım çık çıkabilirsen düşünerek bu işin içinden” noktasına beni çok getirmiş biridir.

Uyuduğum, tuvalette ya da iş toplantısında olduğum zamanları çıkarırsak epey bir saattir bu konuşmanın üzerine düşünüyorum. Belki son söyleneceği ilk söylemek (ki insanların en sevmedikleri huylarımdan biridir…) en doğrusu olacak. İnsanlara ne kadar iyi niyetler yaklaşıp yaklaşmadığımız tamamıyla değişken bir durum. Kişiden kişiye kesinlikle ve zamandan zamana bazen değişiyor. “A” kişisine “olumlu” (her nasıl oluyorsa bu olumluluğun ölçümü) yaklaşırken, “B” kişisine çok daha “olumsuz” yaklaşabiliyoruz. Bu arada kişi bazında olduğu kadar olmasa da zamana göre de değişen yaklaşımlar oluyor. Bazı örneklerle düşünmek adına:

  • Gördüğüm kadarıyla, insanlar “yanlarına kaldığını” düşündükleri haksızlıkları bir noktadan sonra hak görerek doğal karşılamaya başlıyorlar. Burada kişi ve ortam ayrımı da çok oluyor. Yani “A”‘dan olumsuz tepki gelmediği görülünce, onun karşısında devam ederken, “B” tepki veriyorsa ona karşı daha dikkatli davranılabiliyor. Aynı şey ortam için de geçerli. Istanbul’da rahatça yapılabilen bir şey, Ankara’da yapılmayabiliyor.
  • İletişim problemleri insanların karşılıklı olarak davranışlarından memnun olup olmamalarında temel faktör. Bu konuda genelde düşünülmeyen, ya da düşünülemeyen “söylenenin, yazılanın karşı tarafta nasıl algılanacağı” sorusu var. Mesleğin genel olarak olumsuz boyanan imajına rağmen bu konuda satıcılık yaptığım zamanlarda öğrendiğim bir prensip var. O da “karşı tarafın algıladığı neyse gerçek odur” şeklinde özetlenebilir. Egolarına yenik düşen pek çok insan “ben ne kast ettiysem onu anlasınlar” yaklaşımındalar. Hatta işin garip tarafı, bu yaklaşımdaki pek çok insanın “bunu mu demek istedin” sorusuna alerjileri var. Açıkçası kendi sorgulanamazlığına iman etmiş insanlardan yeterince çektiğimizi düşünüyorum, bir de özel hayatımızda olmasalar hayat çok daha güzel olacak sanırım.
  • Kendisiyle barışık olmak ya da olmamak ayrı bir cephesi bu konunun. Ben çeşitli olay ve konularda, hem “bu konuda benim bilgime/yeteneğime güvenin” dediğim için ukalalıkla, hem de “bu konuda başkasına danışmak lazım, ben bilmiyorum” dediğim için korkaklık ya da tembellikle suçlandığımı bilirim. Genelde bu iki uçtaki tepkiyi de veren aynı insan oluyor. Sanırım bazı insanların kişilik ya da kültürleri, sorgulanmaya ya da daha acıklısı kendini sorgulamaya açık değil. Oysa bir insan ne kadar çok problemini keşfederse o kadar çok kendini düzeltme ya da geliştirme şansı elde eder. Bu fırsatı tepmek neden bilmiyorum.
  • “İyi” ya da “kötü” olmak benim şahsen en sıkıntılı hissettiğim konulardan biri. İnsanları etiketlemek zor, çoğu zaman yanlış geliyor. Ama bütün güçlüğüne rağmen, bazı insanlar genelde daha iyi, bazı insanlar genelde daha kötü. Bunu inkar etmenin ya da etrafından dolaşacak yollar aramanın çok anlamı yok.

Konuya “Can Baysal” özelinde bakarsam, hayatımda ciddi pişmanlık duyduğum hatalar ve cidden mutlu olduğum doğru hareketler oldu. Ne yazık ki, doğrular ve yanlışlar birbirini götürmüyor. Doğrular hataların üzüntüsünü veya kötü hatıralarını silmiyor. Hatalar doğruların mutluluğunu gölgelemiyor.

Bunca zamanda gördüğüm ve hala anlam veremediğim bir tek şey var. Genelde ortamda sevilmeyen, duruma göre aşağılanan, ya da iteklenen insanların, ortamın kahramanlarından daha “iyi insanlar” olduğunu görüyorum. Burada kastettiğim şey klasik ezilenlerin kendini kabul için fedakarlıkta bulunması da değil. O başka bir yazının konusu olur. Burada söz konusu olan birinin “iyi davranan” insansa, muhtemelen daha az popüler olması. Yani…  O kadar çok örnek var ki, hepsini ben özellikle çekiyor olamam.

Söylenecekler var

İçimden çıkmak için bekleyen çok sözler var. Bir kısmı dışarının pisliğinden korktukları için geri kaçıyorlar, kafalarını uzatıp bir baktıktan sonra. Bir kısmı ağzımdan düşüp rüzgarın gürültüsünde kayboluyor. Bir kısmı muhtemelen bana bile duyuramadıkları bir fısıltıyla tembelliklerine yenik düşüyorlar. Hayat her geçen gün güzellikleri öldürüp çirkin ruhlara gübre yapıyor. Her geçen gün, dünün güzelliklerinin çürümüş gölgeleri üzerinde yükseliyor. Hayattan memnun kimseyi tanımaz oldum. Memnun olanlar mı beni bıraktı, memnuniyetler mi bizi bırakıp gittiler? Ne kadar isterdim kışı, karı, yağmuru, haydi onları geçtim, insanları ve politikacıları ve diğer yaratıkları suçlayarak dertlerimizin sorumluluğundan kurtulmayı. Ama olmuyor, içim elvermiyor, herkes masum olduğundan değil, birilerini suçlayarak dertler bitmeyeceğinden.

Yazmam gereken şeyler var, ama ne büyüteçle ne mikroskopla bulamıyorum onları. Kötü haberlere çok alıştım. Güzel mesajlar babamın bisikletimden eğitim tekerleklerini söktüğü gün gibi hissettirirken, kötü haberler karşısında Polonius’u nerede olduğunu soran Claudius’un önündeki Hamlet’in rahatlığındayım. Bu arada, bunu havalı olsun diye de yazmıyorum, gerçi iyi giderdi ama. Günlük hayatımız çekilmez geliyor bu ara, eğer hala anlaşılmadıysa… Bulabildiğim bütün Hamlet adaptasyonlarını seyrediyorum şimdilerde, her gece. Onlar da yeterince kanlı, yeterince ihanet, yeterince riyakârlık ve yeterince yalan dolan içeriyorlar. En azından Hamlet’teki dram için kendimi ya da sevdiklerimi ve saydıklarımı ve güvendiklerimi ve diğerlerini suçlamam gerekmiyor.

. TR MOL