Günden kalmaya devam edenler

Gün bitmedi ama benim bir durup geri bakmam gerekiyor sanki.

  • Gazetecilik yapan çok arkadaşım yok, insanlara yönelik genelleme yapamıyor olmam lazım, ama bugün çok kökten bir şey fark ettim. Yabancı medyanın Türkçe ya da Türkiye kaynaklı haberleri de en az yerli haberler kadar kalitesiz. Kuruluş kararnamesini okuyacak kadar yakın takip ettiğimden, patronunun Türkiyede müteahhitlik yapmadığına emin olduğum bir tanesine kadar çok değişen bir şey yok. Uff, Robert Fisk’in ülkeye giriş yasağını kaldırsa biri, iyi olacak sanırım.
  • Twitter’ın iyi filtrelemeyle çok düzgün bir haber kaynağı olabileceğini gördüm bugün. Kim o kadar uğraşıyor bilmiyorum ama değer, neler olup bittiği hakkında fikri olmadan yaşamak bir yere kadar.
  • Linux yaygınlaşmaya başladığı sıralarda belli çevrelerde yaygın bir deyiş vardı “Linux, power to the wrong hands” diye. Aynı şeyi Python için de söylemek mümkün.
  • Hep kullanılan bir laf vardır, “Vefa semt adı oldu” diye. Ben çok şanslı bir şekilde Fatih’ten olup, Fatih’te büyümeden oraları öğrendim. Boza Vefa’dan, Köfte Malta ya da Karagümrük’ten, hamur işleri Draman’dan alınır. Fatih’in en iyi aktar ve peynircileri (şarküteri demek eskiden cesaret gerektirirdi, artık tavsamıştır) Karagümrük’tedir. Bütün bunların ötesinde, kimseden kendi gösterdiğinizden fazla vefa beklemenin anlamı yok. Ben Fatih’e yılda iki üç kere arkadaş zoruyla gidiyorum, yolda gören mahalleli tabii turist muamelesi yapacak. İnsanlarda neden daha farklı gelişsin. Bunun getirdiği kısır döngüyü ancak bir taraf fedakarlık yapar, diğeri de kıymetini bilirse aşmak mümkün.
  • Şımarıklık sadece $BUGUN CANIMI SIKAN KIMSELER$ kitlesine özgü değil. Sıpa üstümde uyudu, ne kalkıp çay alabiliyorum, ne de, telefon uzakta kalmış, fotoğrafını çekemiyorum. Kedi milleti işte, bir kere kuyrukları kalktı mı iş bitiyor, üfff, hadi be oğlum uyan artık…
  • İyi kapatmak adına: Gençlerin hatırladığı, ilgilendiği kaliteli şeyler olması güzel. Ne yazık ki azınlık böyle, ama “iyiler” her zaman azınlıktaydı. Ali Çınar da olsa Ahmet Kaya da referansınız, bu değişmiyor.

Merkezdeki ve çevredeki düşünceler

Uzun süredir içinden çıkmaya çalışıp, henüz toparlayamadığım bir konunun çerçevesini çizmek istiyorum. Bilinçli ya da bilinçsiz olmaktan bağımsız şekilde, insanların düşünürken kullandıkları belli metodlar var. Hatta akıllarını bilinçsizce kullanan insanların genelde daha metodlu şekilde düşündüklerini görüyorum. Bu uzun süre anlamsız gelmişken, bir süre önce iki şeyi birden anladım: Öncelikle “metodlu, kalıplı düşünmek”, nispeten daha az enerji daha az emek gerektiriyor, çünkü yeni bir kalıp oluşturmak, araştırmak gerekmeden, mevcut kalıpların üzerinden gitmek daha kolay. İkinci olarak kalıplı düşünmenin eğitim sistemleri tarafından öne sürülmesinin sebebi, nasıl tepki vereceği üç aşağı beş yukarı kestirilebilir insanların daha kolay yönetilebilir olması.

Bunları unutmadan devam edersem: Bazı “ana fikir” diyebileceğim temel kabuller, fikirlerimin oluşumunda merkezi etkiye sahip ve bunlar belli bir değişkenliğe sahipken, bütün olarak bakıldığında nispeten statik durumdalar. “Yan fikir” diyebileceğim şeyler ise daha değişken, daha çok diğer fikirlerin girdi olarak kullanıldığı sentezlerden doğan ve duruma göre göz ardı edilmeleri ya da unutulmaları kolay olan görüş ve değerlendirmeler.

Bu aşamada bir diğer nokta önemli, yukarıdaki “belli metodlar çerçevesinde” düşünme konusunun bariz bir uzantısı ya da özel durum örneği, dogmatik kavram ve düşünceler. Dogma, değişmez niteliğiyle hem düşünen kişinin, hem de çevresinin hayatını aşırı kolaylaştırıyor. Bir kere oturtulmuş sağlam bir dogmatik düşünce yapısını bir daha sorgulamadan hayat boyu, nesiller boyu kullanmak mümkün. Benim kabullendiğim dogmalar var, insanlarda da olmasını yadırgamıyorum. Sadece, dogmanın kabullenilmesi aşamasında derin bir sorgulamadan geçirilmesi, ve ancak anlaşılıp oturduktan sonra, hala inanılır geliyorsa kabullenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada, “dogma sorgulanmaz” yerine, “dogma kabul edildikten sonra sorgulanmaz” daha makul bir yaklaşım olarak görünüyor.

Dediğim gibi bu bir çerçeve, etrafında çok dolaşıp netleşmesi gereken yerlere tam hakim olamadığım bir konu. Mesela kısa bir örnek; Sapir-Whorf teoremi çerçevesinde bakarak, orta ve yüksek öğrenim kurumlarında yabancı dille eğitim verilmesi, gününün en az yarısını, profesyonel hayatının en az %80’ini İngilizce yaşayan biri olarak beni rahatsız ediyor. Bu konuda dogmatik kesinlikte değilim, ama benim için ana fikirlerden biri olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu ana fikir etrafında çok daha detaylı yazmam lazım ama, tamamını Türkçe yazamıyor  olmak beni o kadar rahatsız ediyor ki, ilerleyemiyorum…

Neyse, arkası daha sonra.

Gece düşünceleri

Son derece sıkıcı bir konuya açıklık getirip hayallerinizi yıkacağım. Hani filmlerde uzay gemileri savaşır da, vurulan gemi uzaydan gezegene düşer ya, o aslında imkansız. Yörüngedeki bir aracın düşmesi için, önce yörünge enerjisini tüketmesi lazım ki, bu da özellikle atmosferin dışındaysa motorlar olmadan pek mümkün değil.

Daha korkuncunu anlatayım, yörüngedeki bir araç roketleri geriye doğru bakarken motorlarını çalıştırırsa, yani ileri doğru hızlanmaya çabalarsa, yarım tur sonunda daha yüksek ve daha YAVAŞ bir yörüngeye tırmanır.   Hatta, içgüdülere daha da ters olarak; Yakıt verimliliği en yüksek şekilde Güneş’e yaklaşmak için, önce aracı güneşten uzaklaşacak şekilde hızlandırmak, sonra da yörüngenin en uzak noktasında zaten yavaşlamışken daha da yavaşlatmak lazım. Bu akışın en hızlı noktası doğal olarak Güneşe en yakın nokta olacak ve yörüngenin uç noktasında hız ne kadar azalırsa, güneşe yakın nokta o kadar hızlı geçilecektir.

Ya, evet canım sıkılıyor, daha acıklısı bu yazdıklarımı ne yazık ki yeni öğrenmemiş, aksine yıllardır biliyor olmam… Ne gereksiz şeyler okumuşum!!! Yörünge mekaniği hayattaki en eğlenceli ya da en uygulaması mevcut konulardan biri sayılmaz sonuçta… Hele, aracın burnunu gezegene doğru çevirip motorları çalıştırınca gezegene yaklaşmıyor olmak işin en güzel tarafı !!!! Uzay filmlerinde gördüğünüz hemen hemen her şeyin aslında yanlış olması ayrı bir zevk işte, aşağı yukarı sözde bilgisayar korsanlarının “hack NSA” diye komut vermeleri kadar zevkli.

Hayatı, anlamını, dünü, bugünü, yarını düşünmeden yaşamak

Bazı şeyleri anlamak zor, işin doğası bunu gerektiriyor. “Hayat” ne noktaya kadar nefes alıp vermek, ne noktadan sonra düşünmek, ne noktadan sonra “ben”, ne noktadan sonra “benden ötesi” olmak? Kapitalist kültürün yetiştirmesiyle, Maslow’un gösterdiği yolda ilerleyip aç karnını doyurmadan önce düşünmemeyi, sıcak bir yatak bulmadan önce saldırganlaşmayı doğal karşılayacak şekilde biçimleniyor ve biçimliyoruz kafamızı.

Bu durumda, hayatın adı “ekmek kavgası” oluyor, kavga etmek için bir düşman gerektiğini düşünmeye bile gerek yok tabii. Bu durumda, “ancak hatırlandığı sürece hayatta olan” insanların insanlığı unutmaları kolaylaşıyor. Dünü, bugünü, yarını tanımlamanın en kolay, aslında tek yolu çocuklar haline geliyor, bu durumda.

Genelde biraz yuvarlak ifadeler kullanmak, biraz etliye sütlüye bulaşmamak yeteneğini geliştirdik, ortak korkularımızla. Ama gözden hep kaçan bir şey var, toplumsal mirasımız, bir korku olmasa yedekten, sandıktan, çatı katından bir sonraki korku nesnemizi bulup çıkaracak zaten. Asıl korku aynaya baktığımızda ne gördüğümüz ve daha ötesi ne görmediğimiz olmalıyken…

Çoğu ekonomik olmak üzere, konuştuğum herkesin dertleri, sıkıntıları var. Bu cümle aslında geçmişte de çok benzerdi, gelecekte de çok farklı olmayacak. Çoğunluğun derdi “ekonomik” olmaktan çıkabilir, ama herkesin “dert” ettiği bir şey her zaman olacak, bu insan olmanın gereği ve sonucu. Bu konuda kimseye satmaya çalışmasam da kendime vermek zorunda olduğum bir tek akıl var. Dertlerin varlığını dert etmek, korkuların mevcudiyetinden korkmak insanı çözümsüzlüğe götürüyor, aynen belli çözümlere, tek bir çıkış noktasına, hedefe odaklanmanın olduğu gibi. “Elden gelenin” en iyisini yapıp, “çözülebilecek” sorunların en ağırından başlayarak ilerlemek çoğu zaman en akıllıca yol. Tabii, çoğu zaman bizi yöneten şey aklımız olmayabiliyor…

Sonbahar

Bir yaşından önce başlayıp, üniversiteye kadar süren bir rutin içinde, İzmit’te yaşayıp, her iki ya da üç haftada bir Istanbul’a babamın ailesini ziyarete gelerek büyüdüm. Dolayısıyla üniversite döneminde buraya taşındığımızda pek heyecanlanacak, ağzım açık bir hayranlıkla seyredecek bir şey yoktu benim için, ya da öyle sanıyordum.

Fakat, yeni taşındığımız günlerden birinde, sonbahar başında, annemle Karaköy vapurundayken, fırtınada kaldık. Şu, vapurun üst katına kadar dalgalardan su sıçrayan, alt kat camlarının denizle yıkandığı fırtınalardan birinde. Fırtına bittiğinde de Karaköy’de limanın önünden bir sürü halinde yedi sekiz yunusun Beşiktaş’a doğru gittiğini gördüm, hayatımda ilk kez. O günden beri, bu mevsimde, bir fırtınaya yakalanmak umuduyla, vapura daha sık binerim.

Daha ötesi o sene çok mutsuz olduğum Vezneciler’deki okula giderken ve dönerken Sultanahmet yolumdaki en güzel yerdi,  Yine o zamandan beri Sultanahmet’in sonbaharını, insanı hayatından bıktıran kalabalıkların gitmesiyle tenhalaşan ortamını çok sevdim.

Sonbahar hep güzel şeyler getirmiş bana. Öyle ki, kendinden nefret ettirecek kadar kalabalık, trafikli, gürültülü bu şehrin en güzel taraflarını hep Sonbahar’da görmüşüm, okullar yüzünden yoğunlaşan trafiğe rağmen.

. TR MOL