Okumak ve yazmak

Son bir iki yıldır yazmak istediğim miktarın çok küçük bir yüzdesi yazı olarak ortaya çıkıyor, bunların da ancak bir kısmı ortalık yerde okunabilir yazılar haline geliyor, çoğunluğu defterlerde, sağda solda, bazen yırtık sayfalarda, bazıları unutulmuş dosyalarda kalıyor.

Dolayısıyla düşünüyorum, okuma yazma öğreniyoruz da ne oluyor diye. Ben küçükken anlatılan saçma bir fıkra vardı, hala anlatılıyor mu bilmem; Ana fikir olarak okula gitmenin, okuma yazma öğrenmenin tek faydası ve sonucu oraya buraya imza atarken kocaman bir çarpı koymak yerine adını yazabilmek diye bir hikayeydi. Gerçekten günlük hayata bakıyorum da iş mektuplarını -ki artık hepsi e-mail oldu-, sözleşmeleri -ki onlar da artık sık sık kağıt yüzü görmeden elektronik olarak hazırlanıp imzalanıyor- bir kenara bırakırsak neredeyse hiç bir şey yazmıyoruz gibi duruyor. O kadar ki eskiden dilekçe yazmak, kısacık bir iki paragraf bile olsa önemli ve özellikle öğretilen bir şeydi. Hala öğretiliyor mu bilmiyorum, ama artık o kadarcık yazının gerektiği yerler bile pek kalmadı, bir sürü iş dilekçesiz yapılıyor, çoğu yerlerde de form dilekçeye gereken yerleri doldurup altını imzalayarak iş görmek yaygınlaştı.

Tabii bu işin “basit”, “günlük hayattan” kısmı diye düşünmek kolay, ben de genelde öyle yapıyorum zaten. “Kolayı varken zoruna gerek yok hiç bir şeyin” diye yaşamıyor muyuz hayatımızı? Ama bu aslında doğru değil. Yazmak bir araç kendi başına baktığımızda, özünde bir hikmeti yok. Öte yandan yazmak gerçekten önemli bir araç, düşündüklerimizi hissettiklerimizi anlatmak için kullandığımız, sadece başkalarına değil kendimize anlatırken de. Dolayısıyla temelde düşünceleri organize etmek, hatta daha temelde bilinçli bir şekilde düşünmek için gerekli bir araç kağıda, bilgisayara belki duvarlara yazmak. Bir aracı “basit” olarak kullanıldığı ortamlarda bile kullanamazsak gerçekten kompleks bir fayda bekleyeceğimiz durumda nasıl kullanırız? Tabii bu cevabı baştan belli bir soru oldu, belki de özür dilemeliyim, hayatımız bir bütün olarak cevabı belli sorularla çevrili zaten, düşünmemizi gerektirmeyen. Bütün problemlerin sorumlusu dışsal, bütün iyilikler içsel. Düşünmeden yaşamak kolay ve bu rahatlığı yaşamanın en basit yolu ne okumadan ne yazmadan nefes alıp vermekten geçiyor.

Sonuçta kendimi sorguluyorum, acaba ne kadar düşünüyorum diye. Yanında toplumu ve çevreyi de sorguluyorum ne kadar düşünüyorlar acaba diye. Burada işin kolayına kaçan “kimse bir şey düşünmüyor”, “gençler boş kafalı yetişiyor” v.s. noktalarından uzağım. İnanılmaz boş kafalı, düşünme tembeli insanlar ve gençler görmeme, bunların çoğunluğu oluşturmalarına rağmen bir yandan da “keşke o yaşta ben bu kadar aklı başında olsaydım” dediğim gençler, “umarım ben o yaşa geldiğimden bu kadar dinamik olurum” dediğim yaşlılar da var. Asıl konu/sıkıntı/problem toplumun genel eğilim olarak ne yöne gittiği. Türkiye özeline takılmaya gerek yok, global olarak düşünsel kalite hızla düşüyor, bu çok ortada. İçimden gelse de akademik istatistiklere, demografik dağılımlara girmeyeceğim. Basitçe görülen sonuçlar üzerinden ampirik olarak gidersek; Gelir dağılımı neredeyse tüm dünyada dengesizleşiyor. Eskiden olmadığı kadar çok kanunsuz, devletsiz bölgeler doğuyor, artan bir güvensizlik var. Güven indekslerinin iyileştiği yerlerde de dışarıdan görünen resim genelde kötü ve o bölgelerde halkın kötü durumda olduğunu bile anlayamayacak kadar gerçeklerden koptuğunu gösteriyor, en güncel örneği Amerika olmak üzere…

Burada 5 ay sonra gelen bir yan not olarak COVID-19 konusunda hala aymamaya çok kararlı ciddi bir nüfus kesimi olmasına rağmen, Amerika’da bile insanlar başlarının dertte olduğuna uyandılar son zamanlarda.

Yani, durum kötü, düşünmek, yazmak, tartışmak modası geçen ya da kavga aracı olan ya da daha kötüsü kabahat olarak görülen şeyler halini aldı. Buradan dönebilecek mi dünya yoksa yeni bir karanlık çağa mı gidiyoruz ancak zaman gösterecek sanırım.

Yeldeğirmeni

Bu yazıyı Ocak sonundan beri yazıyorum, ama bir türlü toparlanmadı. Bir süre önce iki yıllığına Kadıköy’de yaşadım. Amacım ve niyetim Yeldeğirmeni’nde yerleşmekti, ama çok anlamsız bir olaylar zinciri sonucunda Fenerbahçe’ye taşındım. Planım temelde bu evden uzaklaşmak, hem o sırada ölen kedimin kötü hatıralarından kaçmak hem de medeniyete yaklaşmaktı. Dolayısıyla “ha bu mahalle, ha o mahalle çok farkı yok, sonuçta Kadıköy” diyerek pek de dert etmedim.

Gerçi evime geri döndüm, Kadıköy’e ancak fırsat çıktıkça ve seyrek olarak gidebiliyorum artık. Fakat Yeldeğirmeni benim için önemli bir yer. 1992’den beri gidip, gelip, kalınca bir şekilde sevip, bağlanıp, yaşayıp, alışınca, unutulabilecek yerler listesinden çıkmış oluyor bir kere. Son bir iki aydır tesadüfler dolayısıyla, en azından bilinçli bir şekilde planlamadan yolum düşüyor sık sık. Özellikle karşılı, Karagümrük ve Ortaköylü olup da Kadıköy’ü bu kadar sevmek önceleri garip gelmişti, ama sevdiriyor kendini, ne olduğunu anlamadan.

Bilmiyorum beni en çok çeken faktörün hangisi olduğunu; Nispeten az bozulmuşluğu gençliğimi hatırlattığı için mi, gidenlerin hatıraları mı, kalanların özlemi mi, ya da sonuçta “medeniyet” dediğimiz şey her neyse orta yerinde olduğu için mi acaba? Bazen aklıma gelmiyor değil, Enver abi sade kahve ister yapıp götürebilsem odasına diye ama geçip giden zaman…

Eski, biraz yıkık dökük, biraz bakımsız halini tercih ederim o açık. Ama en azından, ne kadar uğraşılsa değişmeye, bozulmaya direnecek bir altyapısı var ortamın. Gerçi o kadar çok kafe, artizan tostçu v.s. v.s. açılınca Bahariye’ye benzeyecek diye korktum bir süre. Ama sanki korktuğum olmadı en azından bir süre daha olmayacak gibi görünüyor.

Özlenenleri, arananları bir kenara bırakırsak Yeldeğirmeni’nden geçmenin pek çok güzelliği ve ufak sıkıntıları var. Salı Pazarı’ndan alışveriş yapamıyorum, o kadar yol taşınmaz girip her gördüğümü isteyip alsam işin sonu yok. Fırınlarda simitin, sakallının v.s. taze saatini yakalayamıyorum. Hep Mekan’ın kapalı olduğu saatleri yakalıyorum ki, hem kedisini hem birasını özledim. Deniz Tekel’e uğrasam, mahallenin ayyaşlarının boğazları kuru kalacak benim yüzümden.

Neyse, uzun zamanda yazılmış kısa lafın da kısası, Yeldeğirmeni güzel yerdir.

Sıkıntı ve mecburi seyirlerle hayat

Bazı gözlemleri herkes yapıyor, kolayca yapıyorlar… “Gençler başlarını telefonlarından kaldırmıyor”, “ortalık çok kötü oldu” v.s. … Bunları görmek kolaysa, ne bileyim, gençlerin ailelerinden yüzlerce kat daha fazla miktarda, kalitesiz de olsa, bilgi akışı altında ezildikleri de kolayca görülüyor aslında, ama pek lafı edilmiyor. Ortalığın “hiç bir zaman” iyiye doğru gitmediği de öyle… Sıkıntı ve hayat ayrılmaz bir bütün aslında. Görülmesi aslında kolay ama lafı edilmeyen olgular hayatımızın çok derinden parçası, bu yeni bir durum da değil.

Ben son dönemde başkalarına nasihat etmek yerine kendime akıl vermeyi tercih ediyorum, son derece bencilce bir sebeple. Aklım çok kıymetli de kendime saklıyor değilim. Sadece anladım ki herkesin aklı kendine kıymetli, benim gördüklerimin değeri anlatacaklarım katma değeri varsa bile, son zamanlarda görüyorum ki bir şeyi bilmek, anlatmak v.s. ötesinde anlatılanın bir kıymeti olduğuna dair duyulan şüpheleri aşmak daha çok enerji gerektiriyor. Açıkçası o enerjiyi de genelde kendime saklıyorum bu sıralar, sanırım uğraşmaktan sıkıldım.

Bu arada konu felsefe, politika, din v.s. olmak zorunda değil, en temel uzmanlık alanım olan, neredeyse matematiksel kesinlikle kağıt üzerinde ispatlanabilir konular bile anlamsız tartışmalara meze oluyor son dönemde. Gördüğüm kadarıyla bu noktada temel sebep yaygınlaşan endişe hali, insanların artan korkuları. Ortam şartları öyle bir hal aldı ki, en ufak değişiklik potansiyeli, en ufak başını kaldırıp da duvarın ötesine bakma gerekliliği korkuyla karşılanıyor, görüleceklerin, farkına varılacakların endişesiyle.

Neyse, defterlerimi, elektronik notlarımı, kafama yazdıklarımı görseniz herhalde “bu devirde bunları mı dert edip düşünüyorsun” diyeceğiniz çok konu çıkar, ama hep hayat rahatken mi düşüneceğiz? Öyle yapanların hali ortada değil mi???

SOme wORds with No meaNING or aim

as a more than common theme, these days in popular discussions around here:

the evil inside me is stronger than
the devil outside me that is wronger than
the lies community needs to function

or as A stronger than intended expression:

we are together in this shit,
whether we love them or not;
we have our peers and partners,
friends and enemies,
and ourselves,

İstemek ile ummak arasında

Yazmak istediğim şey nedir? Neden yaşıyoruz, neden çalışıyoruz, neden toplum içinde, toplum için, toplumun kurallarıyla yaşıyoruz? Belki en önemlisi, neden sıradanlığımızı inkar etme çabası, sıradan bir ortak noktamız?

Bütün eğitim düzenimiz, bütün “hayata hazırlık” aşamalarımız, bütün toplumsal düzenimiz emek-fayda, sebep-sonuç, beklenti-tatmin gibi son aşamada ticari, son aşamada çıkarcı bir bakış açısıyla oluşmuş durumda. Genelde ufak şeylerden garip sonuçlar çıkarıyorum, toplumsal çıkarcılığımız da Tarlabaşı Bulvarının açılmasıyla ortadan kalkan Şişhane Çay Bahçesi’nden geldi aklıma.

Konuya bir açıdan bakınca, şehrin büyümesi, zenginleşmesi, kalabalıklaşması v.s. söz konusu. Bu durumda bölgenin eski bir Ceneviz kolonisi olduğu unutulmak bir yana, sıkıcı ders kitaplarında bir sayfanın altında görüp aldırılmayacak bir not haline geldi. İnsanların girildi mi çıkmak mümkün olmayan Taksim’den arabalarına atlayıp çıkabilmeleri, tarihten, dokudan, hatıralardan daha önemliydi.

Benim içinse hatıralar, ne sebeple olduğunu hatırlamasam da babamın elimden tutup götürdüğü; Çamlıca gazozunu, o eski, iğrenç, uzun süre şişede kalırsa erimeye başlayan kamışlarla içtiğim çay bahçesinin hatıraları daha kıymetli.

Belki gerçekleri üstünü örtmeden, süslemeden ifade etmek lazım. Görsel rahatlık sağlayan, geçmişin güzel günlerini hatırlatan şeyleri seviyoruz, insan olmak bunu getiriyor. Ne yazık ki herkesin “güzel hatıraları” kendine özgü ve çoğunluk bu kendine özgü olma halini kabullenemiyor. Ne Şişhane Çay Bahçesi’nin kabadayıları, ne Ortaköy’ün kahvehane kılıklı şarapçıları, ne Yeni Cami’nin harap dökük duvarları önündeki fakir ama güvercinleri unutmayan insanlar kaldı. Bir mucize olmuş ve Pandeli geri dönmüş ama ne annemle babam kaldı elimden tutup götürecek, ne babaannem her seferinde merdivenlerden şikayet edecek… Ama biliyorum bu saydıklarımı “eski İstanbul’un çirkinliklerinin işaretleri” sayıp ortadan kalkmasına memnun olanlar var. Hiç birine katılmam, ama suçlamam da. Samatya’ya sadece hastahanede tedavi olmak için gittilerse orayla ilgili güzel hatıraları yoksa tabii yolların genişleyip trafiğin hızlanmasını, sahil yolunun otoyol haline gelmesini severler. Ben de yıllarca Aşiyan’dan nefret ettim, dedemin mezarı dışında bir anlamı yokken benim için.

İnsanların yeşili, maviyi, eskiyi sevmemeleri beni rahatsız etmiyor. Ben de Tatavla’nın adının çalınmış olmasını, Ortaköy Dereboyu’ndaki derenin üstünün örtülmüş olmasını (ya ne sandınız, orada bir dere var, köşedeki hamamın dere suyunu kullanmak için inşa edilmiş olduğu. Sokağın adı yeterli ipucu değil mi!?!) sevmiyorum ama kabullendim, sonuçta hayatın gerçekleri. Beni rahatsız eden insanların kendilerinden farklı şeyleri sevenleri, insandan saymamaları, aşağı görmeleri.

Umduğumuz şey, mutlu olacağımız bir ortamda yaşamak. En azından ben kendi adıma bunu umduğum gibi, insanlar adına da aynı beklentideyim ve onların da bu hedefi paylaştıklarını hayal ediyorum. İstekler ise farklı, istediğimiz şeylerin büyük kısmı aslında, son planda bizi mutsuz edecek şeyler. Dolayısıyla istekler ve umutlar bir noktada çelişmeye başlıyor.

. TR MOL