Üretim araçları hakkında

COVID-19 salgınının üretim araçları hakkında gösterdiği ya da belirginleştirdiği bazı noktalar oldu benim için. Bunlar üzerine notlarım var. Kısa bir özet gerekirse, bazı noktalarda ayaklarımız toplumsal olarak yere basmak zorunda kaldı. Ama gördüğüm kadarıyla insanlık geneli olarak ayaklarımızı yere değdrmekten pek hoşlanmıyoruz, bakalım nerede patlayacak.

  1. Öncelikle mavi ve beyaz yaka işleri arasında ilginç bir ayrışma görünüyor. Bu ayrışmanın özellikle vurgulandığı noktalar oldu. Son yirmi yılda belli politik ve ekonomik sebeplerle pazarlanmaya çalışılan “aslında herkes çalışan, farklara aldırmayın” söylemi ve buna yönelik düzenleme ve değişiklikler vardı, genelde ve pek şaşırtıcı olmayan şekilde çalışanların aleyhine işleyen. Bir anda bazı çok belirgin ayrımlar çıktı ortaya ve bu “bir devrim” olmasa da gören gözler için uyanma vesilesi olabilir.
    1. Herşeyden önce mavi yakalıların vazgeçilmezliği çok belirgin şekilde görünür hal aldı. Eve servis yapan market dağıtım görevlisinden, elektrik dağıtımında görevli saha teknisyenine insanlar sahaya çıkamadıklarında ya da eskisinden dikkatli ve yavaş çalışmak zorunda kaldıklarında iş hayatından, günlük hayata her alanda ciddi sıkıntılar yaşandı, eksiklikler zorluklar aşılmak için ciddi mücadele edildi. Dev diye bildiğimiz şirketler bocaladılar. Öte yandan en azından pek çok beyaz yakalı bir anda işe gitmeseler, evden çalışır gibi yaparken yan gelip yatsalar da iş sonuçlarının çok değişmediğini gördüler, aksini umsalar da yönetici ve patronları da aynı şeyin farkında. Bu insanların en büyük şansı bu verimsizliği görüp raporlaması ve çözmesi gerekenlerin de büyük ölçüde beyaz yakalılardan oluşması
    2. Kimin mavi yakalı kimin beyaz yakalı olduğu çok belirginleşti. İş yerine ya da hizmet bölgesine fiilen gitmek, bir şeylere dokunmak, insanlarla yüzyüze gelmek zorundaysanız mavi yakalısınız, bu kadar basit. Şirket aracı tahsis edilmiş olmak, takım elbise giymek, ya da haftada 4-5 saati, son zamanlarda online da olsa, “havalı isimleri olan” periyodik toplantılarda geçirmek bu gerçeği değiştirmiyor. Son dört ayda “patron kaprisi” dışında bir sebeple evden çıkarak çalışmak zorunda kaldıysanız, ya modernleşememiş bir organizasyonda çalışıyorsunuz ya da mavi yakalısınız. Günaydın…
  2. Bir başka temel değişiklik ihtiyaç profillerinde oldu. Açıkçası bu konuda hala anlamadığım noktalar var ama belirgin bazı trendler var. En basitinden temel ihtiyaçların neler olduğunu hep beraber hatırlamak durumunda kaldık. İhtiyaçlar önceliklendi, kritiklerin yokluğunu hissettik. Mesela, un ve maya satışları patladı, ekmek satışında adet sınırlaması yapan ya da stok planlamasını tutturamayıp müşterilerini korkutan marketler oldu. Yine ilişkili bir konu olarak, evden çıkamayan insanların bir kısmında kıyafet ve ayakkabı alışverişi saplantısı gelişince psikolojik analizlere konu oldular.
  3. Her ne kadar Türkiye’de pek gündeme gelmese de Avrupa’da bazı ülkelerde ve özellikle Amerika’da tüketim mallarında “stoğa rağmen darlık” senaryoları yaşandı. En yaygın konuşulan örnekler olarak
    1. Tuvalet kağıdında; Toplu yaşanan mekanlara yapılan üretim daha düşük kaliteli ve düşük maliyetliyken, evlere yapılan üretimin daha kaliteli ve pahalı olması dolayısıyla bir anda tüketici grubu ürünlerde yokluk yaşandı.
    2. Çeşitli et ve sebze türlerinde; Üretim ve paketlemenin boyutları ve işleme metodu açısından büyük yüzdeyle toplu yaşam alanları ve lokantalara göre yapıldığı ortaya çıktı, stoğu geri çekip son kullanıcı formatında yeniden işlemek konusunda hala sıkıntılar yaşandığına dair haberler çıkıyor.

Son zamanlarda çok kullanılan bir kalıp vardı, “hayaller X gerçek Y” diye. Hayallerle gerçeğin ilişkisinin kopabileceğinin farkında olmak güzel, ama anlaşılan kabullenmek zor. Bayram bahanesiyle, hava ısındı diye gerçeklerden uzaklaşmak kolay, plajlarda gazinolarda. Ekonomi de bir noktada paranın hayali değerine dayanıyor, ama hayali üretim ve tüketim düzeni kolay patlayan bir yapı. Biz bunu defalarca yaşadık, Dünya genelinde neler olacağını bir iki sene içinde göreceğiz, farkında mısınız?

Geçmişe aşkın dehşeti

Bu yazıyı yazmaya 3 Mayıs 2020’de başladım, günün bir önemi olduğundan değil de aradan geçen uzunca zamanda hala kafamı konu üzerinde tam olarak toplayamamış olduğumu ifade etmek adına zamanı veriyorum. Bugün biterse yaklaşık iki ay on günde bitirmiş olacağım.

Tarihini, daha ötesi aile geçmişini bile bilmeyen bir toplumda, anlaşılması güç bir geçmiş merakı var. Bunun nedenleri beni çok düşündürüyor, sonuçları ise gelecek adına korkutuyor.

Klasik ifadesiyle “ben kimim”, “nereden geliyorum”, “nereye gidiyorum” çerçevesindeki sorular bir şekilde düşünmeye fırsat bulan insanların bilinçli ya da bilinçsiz olarak cevap aradıkları en temel felsefi problemler. Bir noktada bu sorular ve cevapları felsefe boyutunu kaçırıp, sadece pragmatik fayda sağlama aracı halini alabiliyorlar. Orhan Kemal’in sokak çocuklarının dediği gibi, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?”, “sen benim babamın (dedemin, amcamın, genelde erkek aile büyüklerinin…) kim olduğunu biliyor musun” seviyesine kadar düşen soru cevap oyunlarına ve bunların getirdiği yalanlara kalıyoruz o aşamada.

Boğaziçi’nde bir arkadaşım tanıdığım vardı, ailelerinin kökenini saraydan ayrılmış bir hanım olduğu söylenen büyük annelerinden birine dayandırırdı. Doğrusu hangi bölümde okuduğunu hatırlamıyorum. Eğer Tarih eğitimi aldıysa, hangi hanımların saraydan ayrıldıklarını, ayrılmak durumunda kaldığını öğrendiği zamanki suratını görmek isterdim. Bugünlerde ciddi bir Osmanlı hayranı olmuştur muhtemelen…

Ağırlıklı olarak Asya’da olmak üzere; Dünya erkek nüfusunun binde beşinin Cengiz han’dan geldiğine dair genetik analizler var. Bizim toplum henüz bu konuda uyanmadı. Dolayısıyla Anadolu’da yerleşik güçlü beyliklerin birbirleriyle uğraşırken tepesine basıp ezmeye tenezzül etmeyerek hayati hata yaptıkları Osmanlı ile idare ediyoruz. Yoksa sokaklarda “Cengiz Han’ın torunlarıyız” diye koşturma potansiyeli olan bir sürü insan var.

Bu arada bu tür toplumsal eleştirileri ortaya koydukça, konuyu politik eleştiri için bahane olarak görenler mutlu oluyor sanırım. Ne yazık ki ben ilkokulda okurken 16 devletin bayraklarını önümüze diken, ortaokulda 120 devlet efsanesini pompalayan, lisede Osmanlı’yla ilgili desteksiz hikayelerin anlatıldığı eğitim sistemini hep farklı, genelde birbirine düşman politik görüşler yönetti. En tutarlı olduğumuz konulardan biri geçmiş hakkında hikayeler anlatmak.

Geçmiş hakkında hikayeler demişken, o on altı bayraktan birini (gerçi o sırada mavi değil kırmızı olanın altında olmalılar ama o kadar detayı hatırlayanlar yaygın olsa bu konu hiç açılmazdı) taşıyan Tatar hanının Viyana kuşatmasında attığı kazık nedense kimsenin canını acıtmıyor. Başlarına ne geldiğini bilmeyen insanlar sağ olsun. Eh benim köylümün kazığı da sağlamdır.

Uzun lafın kısası, neye hayran olduğu hakkında bile fikri olmayan insanlarla yaşıyoruz. Bu hayranlık da kendi geçmişinde beğenecek bir şey bulma, uydurma ihtiyacının sonucu. Sanırım günlük hayatın gerçek faktörlerinin doldurmadığı boşluk böyle anlamsız hayallerle doluyor.

Ölüm hakkında düşünmek

Beni “düşündürmeyi beceren” insanları seviyorum. Ne yazık ki çok sayıda değiller, dolayısıyla kıymetliler. Bunlardan biriyle yıllar önce yaptığımız bir konuşma sonrası sağladığım, sağlamak durumda kaldığım ilerlemenin bir benzeri olmayacak sanırım, daha uzunca bir süre. Belki bu bir fikir verir: Ölümü anlayacak yaşta olmak

“Ölümü düşünmek” ve tabii “ölümü anlamak” kültürümüzün doğal bir parçası. Bunu söylerken ölümü sevmekten söz etmiyorum, o da kısmen kendini gösteriyor zaman zaman, gerçi. Benim düşündüğüm daha çok ölümü doğal akışın bir parçası olarak kabullenmek. Sanırım toplum belli bir yaşa erişince ölümü daha doğal görmeye başlıyor. Bunun aksine yaklaşımı henüz bezle dolaşacak yaştaki toplumlarda, mesela Amerika’da kolayca görmek mümkün.

Bugün, dün olmuş aslında, hemşireler günü v.s. derken aklım annemdeydi zaten. Bunun üzerine bazı ufak dokunuşlar gelince hayatı ve ölümü epey bir düşündüm. Zaten ortam da uygun, ister veba, ister taun ya da ister pandemi diye adlandırın garip bir şeyin ortasında yaşıyoruz.

Bu kısa bir not olacak, karşılığı verilemeyecek borçları, bir daha gelmeyecek günleri, hayatın doğallığını hatırladığım…

Karantinadan kısa notlar

Karantinanın evde oturma kısmı sıkıntılı değil benim için. İşler azaldı, onun boşluğunu aylardır salladığım detay işleri hallederek dolduruyorum. Bu şehri az insanlıyken severim, onu kaçırdığıma üzülüyorum.

Normal şartlar altında bir iki hafta kapıdan çıkmamak ve bunu fark bile etmemek normal benim için. Bugünlerde bu konuda iki problem var. Ama o problemleri çözmek için yollar aramak, düşünmek de vakit geçirmeye yardım ediyor.

Öncelikle doğal olarak işler azaldı, dolayısıyla o “eve bir kapanışta 10-15 günlük çalışma” dönemlerini gerektirecek bir durum yok. Boş oturmak, çalışarak oturmaktan daha zor tabii. Bu dönemde ben de yıllardır “bir vakit olsa da yapsam” dediğim işleri temizliyorum. Sistemler güncelleniyor, taşınacak dosyalar, programlar taşınıyor falan.

Tabii bir de yiyecek başta, siparişlerin gelmesi, tedariği eskisi gibi rahat değil. Ne yediğine çok aldıran biri değilim, ama bir miktar malzeme her durumda eve girmeli, posta gelip gitmeli v.s. sonuçta.

Çoğunluğun yaptığı, ya da yaptığını iddia ettiği kadar çok okuyamıyorum. Bazıları arkadaşlardan olmak üzere ağırlıkla modern şairler ve bir iki de, kafası bizden modern, eskilerden okuyorum. Yalnız evden çıkıp yeni kitap alamayan biri için müsrifçe sayılacak rahatlıkla bir kenara attığım çokça kitap da oldu bu arada.

Enver Ercan’ın, zamanında “yazmakla” ilgili anlattığı bazı şeyleri kendime uygulayıp, şiir yazamayacağımı anlayalı epey oluyor. Öte yandan -belki de “yazamasa da okur bu” diye düşünüp- anlattığı okumakla ilgili de çok şeyler oldu. Sanırım onlar işime yaramış olacak ki gittikçe daha “yorumlu” okur hale geldim zaman içinde. Bunun bu ara bir olumsuz etkisi, zamanında “vakit bulunca okurum” diye alınıp rafta sırasını bekleyen bazı kitapların, kısa bir yolculuktan sonra bir daha inmemek üzere rafa geri dönmeleri oldu.

Sokağa çıkmayı özlüyorum, Karaköy’den Nişantaşı’na ve oradan da geriye, Beyoğlu üzerinden yürümeyi özlüyorum. Tatavla’yı, Bomonti’yi yüzyıldır görmemişim gibi hissediyorum. Oysa daha iki ay kadar önce Nişantaşı’ndaydım, ötekiler de ondan üç dört hafta öncesinde. Bayramların en sevdiğim tarafı Istanbul’da sokakların boşalması ve rahat dolaşılır hale gelmesiydi. Şu ara o sokak boşalmasının uç noktalarından birini yaşıyoruz ama boşalmış sokakları gezmek de mümkün değil.

İnsanları, arkadaşları görmek istiyorum. Bu noktada yanlış bir imaj vermemek lazım. Sosyal olarak aşırı aktif biri değilim, ama yine de şu veya bu şekilde haftada bir iki kişiyi sosyal olarak görüp konuşmak hem gerekli hem de sevdiğim bir şey. Şu ara bu mümkün değil ne yazık ki. Dört beş kişiyle ara sıra konuşuyorum ama telefon çok verimli değil bence sosyal ilişkiler boyutunda.

Tabii bütün bunlar olurken, kedilere de uyumak düşüyor. Olsa olsa, ara sıra kibarca hissettirdikleri bir “ya sen de iyice alıştın her gün her gece bu evde kalmaya, biraz gezsene artık” yaklaşımı var ama çok abartmıyorlar.

Bakalım ilerleyen günler neler gösterecek???

Hayat ve Ölüm hakkında

Uzaktan tanıdık, bizim çevrede meşhur birinin vefat haberi geldi. Bütün gün, hayatı boyunca arkasından küfretmiş kişilerin “merhumun kaybına ne kadar üzüldüğünü” dinleyeceğiz. Ben bir kötülüğünü hiç görmedim bu arada. Ama neler hissettiğimi analiz etme ihtiyacı duyacağım kadar karmaşık bir noktadayım öte yandan.

Merhum hakkında şahsi görüşlerim değişmiyor, araya ölümün, ya da genel anlamda “bir olayın” girmesi dolayısıyla. Son görüşmemiz on beş sene kadar önce, son konuşmamız sekiz, dokuz sene önce oldu. Bu sebeple muhtemelen kendisi hakkında en objektif ve uygun ortamda en olumlu şeyleri söyleyebilecek kişilerdenim. Ama son planda benim, ya da herhangi birinin, arkasından söyledikleri ne gidene ne kalanlara bir fayda sağlamayacak.

Görünmek, görüntüyü kurtarmak, görevi yerine getirmek, arada bazı görüşmeler yapmak v.s. çoğu kimsenin cenaze anlayışı. Merhumun ardından bıraktıklarının bir yardıma ihtiyacı varsa ve bir fayda olacaksa yanlarında bulunmak dışında cenazelere gitmek çok anlamlı değil. Zaten önemli bir şok yaşayan, zaten dertleri başlarından aşmış insanların ayakları altında dolaşmaktan başka bir şeye yaramıyor, hayatlarında ilk ve son kez orada gördükleri insanlar. Bugünlerde salgın dolayısıyla; Hem hastalık kaynaklı hem de sıradan cenazeler çok sadeleşmek, kısaca yakın aile üyelerine sınırlanmak durumunda kaldı. Sanırım bu doğru bir gelişme. Gerçi kalıcı olmaz, insanlar ilk fırsatta yine bir araya gelmeye başlayacaklardır.

Her zaman bir insan hakkında olmadığı ortamlarda görüş beyan edilir, hayatın akışında var. Annem “iyi bir şey söyleyemiyorsan hiçbir şey söyleme” derdi ölenler hakkında. Beyan edilen görüşün şahsın hayatta olup olmamasına göre değişmemesi lazım. Bence asıl olan bu.

Bugün hasta değilim, ama bu eninde sonunda bir gün öleceğim gerçeğini değiştirmiyor. Mümkün olsa kimsenin haberi olmadan gitmeyi tercih ederdim. Benim de arkamdan bir sürü güzel şey söylemek isteyen olacaktır, Sorun şurada ki hortlamak mümkün değil, bütün efsanelere karşın. Yoksa dokuz tahtanın birini kapıp “ben yaşarken neredeydiniz” diye dövülesi insanlar da oluyor ölenin ardından güzelleme yapanların içinde.

. TR MOL