Büyümek

Dönüp geçmişe bakınca, “ben büyümeye başladım galiba” dememin garip kaçmayacağı kadar zamanı dünyada geçirmiş, olayı yaşamış, insanı tanımış olduğumu görüyorum.  Bir bütün olarak bakınca “büyümüş” olmanın bazı temel kriterlerini görüyorum. Bunların ne kadar çoğuna erişilirse insan o kadar büyümüş oluyor bence, yoksa doğduğundan beri dünya güneşin etrafında kaç tur atmış çok önemi yok.

Muhtemelen en kolay ve en erken erişilen aşamalardan biri, kendi batırdığını kendi temizlemeyi öğrenmek. Ben (genel yaklaşımın aksine) çalışma hayatının başlangıcında başarılı olmanın (ben epey başarılıydım) iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şahsi tecrübe açısından bakarsak, birinde ortak olduğum çeşitli şirketlerde müdürlük yapmış, okuldan bölüm ikincisi olarak mezun olmuş v.s. v.s. biri olarak kendi arkamı toplamaktan aciz bir şekilde yaşıyordum aslında babamı kaybettiğimde. Ancak ondan sonra, ancak her sıkıntıda telefona sarılıp çağıracak biri kalmayınca bu konuda akıllandım. Yine de bu her zaman mümkün olmayabiliyor

Bir başka aşama dünyanın, hayatın kendi etrafında dönmediğini öğrenmek. Bunu ne zaman becerdim, daha önemlisi ne kadar becerebildim bilmiyorum. Ama bir gün birine dedim ki “aynı kediler gibisin, ortamda bir hareket olunca hedefin senden başkası olmayacağını düşünüyorsun”. O günden sonra çok düşündüm, ortamda neler oluyor, ben her zaman hedefte, odakta, çekim merkezinde miyim diye.  Gördüğüm şey şu; Merkezde kalmayı, herkesin ilgisinin yöneldiği insan olmayı sevmek çok kolay, bunu kaybedince insanlar çok yırtıcı olabiliyorlar. Aslında merkezde değil de yakınlarında bulunup gerektiği kadar temasla olayların içine gerektiği kadar girip çıkmak daha zevkli. Ama bunun için insanın egosunun hakimiyetinden kurtulması gerekiyor. Tabii bu da her zaman mümkün olmayabiliyor.

Aslında yukarıdaki bir uzantı ya da devam olarak iki aşama birden getiriyor. Öncelikle bir insanın konuşmak yerine susmayı öğrenmesi lazım. İnsanın adı Cem Adrian, Eda Baba, Hayko Cepkin v.s. değilse kendi sesine hayran olmak için aslında çok bir bahanesi yok, ama nedense çoğu insan kendi sesini dinlemeye hayran. Oysa susup etrafı dinledikçe hayat kolaylaşıyor, konuştukça zorlaşıyor. Mesela ben bu blog’u yazdığım için bile tepki alabiliyorum. Pek de kimsenin ayağına basmıyorum, ama kendini hayatın merkezinde ve ortamdaki tek konuşmacı olarak gören kişilere uymayabiliyor bazen okudukları…

Ayrıca kendini hayatın merkezinde görmekten kurtuldukça insan aldığı eleştirileri faydalı şekilde değerlendirmeyi öğreniyor. Başarılı bir şekilde eleştiri yapmak çok zor, ben beceremiyorum. Muhtemelen toplumsal v.s. faktörlerin de eşliğinde insanın alabileceği eleştirilerin ancak bir kısmı kıymetli. Özellikle bizim toplumumuzda bu, bütün eleştirileri göz ardı ederek çözülüyor çoğu zaman. Oysa arada çok kaliteli eleştiriler getirebilen, tavsiyeler verebilen insanlar var. İnsan egosuna hakim olup kendini hayatın merkezinde görmemeyi becerdikçe, bunları dinlemeyi daha önemlisi aradan seçmeyi de öğreniyor.

Peki neleri beceremiyorum? Bu noktaya girmeden önce bir ara not; Benim küçüklükten beri becerdiğim, dolayısıyla büyümenin parçası olarak görmediğim ama sanırım bir sürü insan için büyümenin parçası olan bir şey de “neyi beceremiyorum” diye kendine sorabilmek.  Neyse, benim beceremediğim çok şey var, bunları geliştirmeye çalışıyorum. Zamanı planlamak, insanları dinlerken sıkıcıysalar da sıkılmamak, kendine güvenen insanları fazla ciddiye almak, daha ötesi kendine güvenmeyen insanları yeterince destekleyememek, arkadaşlara yeterince zaman ayıramamak, sabırlı ve sabırsız olunması gereken durumları dengeleyememek… Ohoo saysam daha çok çıkar.

Kimlik

1994  yazında, Boğaziçi’nde, hazırlık sınıfının sonunda İngilizce Yeterlilik sınavına girdim.

Doğru sıfat nedir bilmiyorum, ama Boğaziçi en azından “ilginç” bir okuldur. Henüz hazırlık sınıfında okuyan, teorik olarak okula devam edip edemeyeceği belli olmayan bir öğrenci olarak bir yandan da CC’de asistanlık yapıyordum. Sınavdan bir gün önce de, muhtemelen sıkıntıdan olacak, sistem yöneticimizin peşine takılıp bir toplantı için İTÜ’ye gittim. Konuyu pek hatırlamıyorum ama, herhalde benim sorumluluğumdaki ve TT’nin bir türlü ayağa kaldıramadığı, iki okul arasındaki 19.200 bps (insanın gözü yaşarıyor rakamın büyüklüğüne bakınca !!!) Timeplex LL olması lazım.

Neyse, ben çok derli toplu (!) biri olarak, bir şekilde, yolda cüzdanımı ve dolayısıyla kimliğimi kaybettim. Sınava bir gün bile kalmamış, hazırlık sınıfında olmayan kişiler de sınava girebildiklerinden kimlik gerekiyor, mesai saati bitiyor falan… Süper! Hikayenin çok uzamasına gerek yok sanki, YADYOK’un neredeyse bütün bürokrasisini tek başına yürüten bir kayıt işleri sorumlusu vardı. Barker, beni acilen kendisinin yanına gönderdi, derdimi anlattım;
– Kimlik?
– Yok.
– Öğrenci Kimliği?
– Yok.
– Üfff, adını hatırlıyor musun?
– Grrr.
Sonuçta bana bir kağıt imzalayıp verdi, “bunu göster, ben de haber vereceğim, şaşırmasınlar” dedi.

Okulun bugünlerde geldiği durumu eleştirmeyeceğim, çocuklar bunu gayet düzgün şekilde yapıyorlar. Ben karşılaştırmalı olarak hayatın çok daha kötü olduğu okullarda gezdikten sonra, öğrencisi olmadığım bir sürü yerde de arkadaşlar edinmiş bir şekilde Boğaziçi’ne gittim. Dedemin eski hocası olduğu bir önceki okulumdan “transkript bir kere çıkar, kaybedersen gelme” denilerek uğurlandıktan sonra, Boğaziçi bana cennet gibi gelmişti. Bunca zamandır da yaşıtlarımın anlattıklarına bakıyorum, Anadolu Üniversitesi dışında, hayat kalitesi bakımından Boğaziçi’nden daha iyi bir yer duymadım, kendi okuduğum yıllar için.

Korkarım kaliteden hep beraber kaybediyoruz. Kabahati dışlamıyorum, ben yapılması gerekenleri yapmadım, toplum da yapmıyor. Nasıl toparlanacak bu işler?

Önyargılar

İnsanın en kesin önyargıları kendine yönelik olanlar. Kendine yönelik kurallar, zorlamalar, gerçekçi ya da değil beklenti ve hedefler koymak herhalde daha kolay geliyor, aynı şeyi başkalarına kabul ettirmekten. Az sayıda kişinin “ideallerim”, daha çok kişinin “prensiplerim” dediği, aslında ne ideal ne de prensip olmayan, daha çok “kabul edilebilir minimum konfor seviyesi” beklentileri var. Herşeyden önce gerçekçi olup olguların isimlerini doğru koymak lazım. Yazacaklarım örnektir, üstüne alınanları kastediyorsam, kendinizi dinleme fırsatı, kastetmediğim halde üstünüze alınıyorsanız, neden diye sorma zamanı. Kendimi kastettiğim noktaları geçiyorum zaten…

Pek çok kere insanlardan eşlerinin hayatlarına neler kattıklarını ya da katmaları gerektiği halde yetersiz kaldıklarını dinledim. Öncelikle evlilik insanlar o imzayı neden attıklarını düşünmeseler de aslında bir sözleşmedir. Karşılıklı beklentilerin adını koymak için evlenmeden önce konuşsa insanlar muhtemelen daha mutlu, sağlıklı ve uzun süreli evlilikler yaşanacak. Genelde “bir şey beklediğini” kendine bile itiraf edemeyen insanların bunu “sevdikleri” ama “beklentileri karşılama yüzdesiyle” değerlendirdikleri insanlarla konuşmaları genelde imkansız oluyor gördüğüm kadarıyla. Mesela bu konuda çok açık davranan bir arkadaşım var. Kendisine, sevgilisine ve bize açık açık ilişkiden ne beklediğini listeleyebilecek netlikte. Çoğu kişi tarafından densiz olarak görüldüğünü biliyorum, oysa namuslu bence, en azından kimsenin zamanını, hayatını, hayallerini ziyan etmiyor.

Pek çok arkadaşım işlerinden mutsuzlar. Mutsuz olmadığınız bir işe geçin o zaman… Tabii söylemesi kolay. Konu neyin rahat neyin rahatsız olduğu değil de, belli maddi çıkarlar uğruna mutluluklarından fedakarlık ettiklerini kabullenemiyor olmaları. Bunu doğru ya da yanlış diye değerlendirmiyorum. Sadece itiraf etseler kafaları rahatlayacak, neden bu rahatlamayı kendilerinden esirgiyorlar anlamıyorum.

Benim hayatımda daha iyi olmasını istediğim çok şey var. Ama şunu göz ardı etmiyorum: Hayatıma olumlu ya da olumsuz dışarıdan gelen etkiler de dahil son planda toplam sorumluluk bende.

O yüzden, bana mikrop bulaştıran kişiyi suçlamak yerine “senden başka mikrop kaynakları da var” deyip hasta hasta evde oturuyorum. Çünkü biliyordum hastalanacağımı…

O yüzden, babamı ya da annemi beni büyüttükleri tarz için suçlamak yerine bana harcadıkları emeği ben ne kadar değerlendirebildim diye bakıyorum, annem içtiğim içkiye mi, sigaraya mı daha çok kızardı görse diye düşünürken…

O yüzden, beni kıranları suçlamıyorum, izin vermesem kıramazlardı….

Mevsim Dönerken

Bugün kış başladı Istanbul’da. Her kış başlangıcı annemi hatırlıyorum, “zor durumdakiler, evini ısıtamayanlar, evsizler ne yapacak” diye dertlenirdi. Ben empati kurmayı, EQ açığımı kapatmayı eğitimlerle öğrendim. Dolayısıyla annemin doğal olarak duyduğu üzüntüyü ancak bu konuda dikkatimi çekip hatırlatacak olaylar ve kişilerle hatırlıyorum. Şans olup olmadığı çok tartışılır ama, son bir iki yıldır o kadar “yaratıcı” duyarsızlık örnekleriyle karşı karşıya geliyorum ki, başkalarının dertlerine duyarsız davranmamam gerektiğini unutma şansım pek olmadı.

Hava soğudu, kediler, köpekler, insanlar sokakta. Unutmayın, Istanbul kışın daha güzel. Ama bunu göremeyecek, içinde oldukları halde yaşayamayacaklar var.

Yeni Türk Müziği, sorular, çağrışımlar…

Bu konuda bir arkadaşım beni uyandırdı bir süre önce. Bence son dönemde önemli sayıda genç ve şöhretine kavuşmakta olan, gerçekten iyi çalıp söyleyen sanatçı var. Öte yandan beni şaşırtacak kadar çok “neden” diye başlayan soru kafama üşüşüyor bir yandan da. Bir kısmı yakından alakalı, bir kısmı çok uzaklarda gibi duran.

Bir derinlik var, müzik dışı ve ötesinde görmeye çalışıp göremediğim. Ama konu basitçe müziğin kalitesi değil. Ummadığım kadar çok farklı konuda aklıma kelebekler uçuşuyor.

İlk olarak: Benim büyümekte olduğum dönemde, gençlerin çıkardığı işler genelde “olgunlaşınca düzelir” diye izlenirdi. Bu sıralarda hala kötü performans gösteren gençler var, ama sanki “büyümüş de küçülmüş” güzellikte şeyler görüyorum bir yandan. Bu neden bilmiyorum. Ticaretten politikaya pek çok konuda klasik pesimist bakış doğalken, müzik konusunda durum farklı sanki.

Ayrıca: Dinleyici kitlesinde de eskiye göre bir kalite artışı var. O kadar uzun zaman insanların beni şaşırtacak yeni bir şey gösterememesine alışmışım ki, son üç beş yıldır birinin “ya bir de buna baksana” dediği şeylerin ilginç ve kaliteli çıkması hala güzel bir şaşkınlık yaşatıyor. Korkarım çok acıklı olabilecek bir örnek vereceğim; 1980-2010 arasında müzikle ilgili beni “şaşırtan” iki olay oldu o kadar. Birinde genel olarak zevkli bildiğim bir arkadaşım Ezginin Günlüğü’nün Oyun albümünü politik duruşları açısından yorumlayıp “beğenmedi”. Diğerinde de çok zevksiz bildiğim bir arkadaşım “Load dinlenemeyecek kadar kötü” demiş ve korkarım haklı çıkmıştı. Son zamanlarda ise beni şaşırtan pek çok yeni karşılaşma yaşadım.

Politik olarak: Sonuçta insanların kendilerini ifade etmek için yollar aradığı bir dönemdeyiz. Belki söyleyecek şeyleri olduğunu farkeden gençlerin sayısı artıyordur. Sonuçta “peteklerde gitar çalan genç” noktasının çok ötesine geçebilen insanlardan söz ediyoruz, her ne kadar bir kısmının yolu oradan geçmiş olsa da.

Özet olarak: Başka konularda olduğu gibi müzikte de ilginç bir zaman yaşıyoruz.   Pek çok “keşke” noktası bulabilirim, ne bileyim mesela caza işi bitmiş müzisyenlerin alanı gibi davranan bir kitle doğuyor gördüğüm kadarıyla, mesela keşke kaliteli işler arttığı gibi kalitesizler de artmaya devam etmese v.s. v.s. ama genel gidiş iyi galiba.

. TR MOL