Söylenecekler var

İçimden çıkmak için bekleyen çok sözler var. Bir kısmı dışarının pisliğinden korktukları için geri kaçıyorlar, kafalarını uzatıp bir baktıktan sonra. Bir kısmı ağzımdan düşüp rüzgarın gürültüsünde kayboluyor. Bir kısmı muhtemelen bana bile duyuramadıkları bir fısıltıyla tembelliklerine yenik düşüyorlar. Hayat her geçen gün güzellikleri öldürüp çirkin ruhlara gübre yapıyor. Her geçen gün, dünün güzelliklerinin çürümüş gölgeleri üzerinde yükseliyor. Hayattan memnun kimseyi tanımaz oldum. Memnun olanlar mı beni bıraktı, memnuniyetler mi bizi bırakıp gittiler? Ne kadar isterdim kışı, karı, yağmuru, haydi onları geçtim, insanları ve politikacıları ve diğer yaratıkları suçlayarak dertlerimizin sorumluluğundan kurtulmayı. Ama olmuyor, içim elvermiyor, herkes masum olduğundan değil, birilerini suçlayarak dertler bitmeyeceğinden.

Yazmam gereken şeyler var, ama ne büyüteçle ne mikroskopla bulamıyorum onları. Kötü haberlere çok alıştım. Güzel mesajlar babamın bisikletimden eğitim tekerleklerini söktüğü gün gibi hissettirirken, kötü haberler karşısında Polonius’u nerede olduğunu soran Claudius’un önündeki Hamlet’in rahatlığındayım. Bu arada, bunu havalı olsun diye de yazmıyorum, gerçi iyi giderdi ama. Günlük hayatımız çekilmez geliyor bu ara, eğer hala anlaşılmadıysa… Bulabildiğim bütün Hamlet adaptasyonlarını seyrediyorum şimdilerde, her gece. Onlar da yeterince kanlı, yeterince ihanet, yeterince riyakârlık ve yeterince yalan dolan içeriyorlar. En azından Hamlet’teki dram için kendimi ya da sevdiklerimi ve saydıklarımı ve güvendiklerimi ve diğerlerini suçlamam gerekmiyor.

Ölümü anlayacak yaşta olmak

Bugün, bu ay aslında, kötü bir zaman dilimi. Sabah bir sürü hayat dersini arka arkaya alırken, sevdiğim biri bana “Daha ölümü anlayacak yaşta değilim” dedi. Gün dolmadan borçlu çıktım, sayesinde.

Ölümü anlayacak yaş var mı bilmiyorum. Ya da ölümü kabullenmek nasıl bir şey emin değilim. Annem, göreve ilk başladığında doğumhane hemşiresiymiş. Ben bunu “mutlu” bir iş sanıyordum, yaşım ve aklım elvermezken. Bir gün, hem de ilk nöbetinde, çok huzursuz bir bebeği uyutmak için kucağında gezdirirken öğrenmiş, doğumhanede çalışmanın mutlu bir iş olmayabileceğini. Ben de, o bana bu konuyu anlattığında öğrenmiştim, annemin tanıdığım en güçlü insan olduğunu. İlk nöbeti olduğuna göre 20 yaşında olmalı.

Ölüm kimi için ödül, kimi için ceza. Ben bir tek şeyden eminim, geri dönen, vazgeçen, “şaka yaptım” diyen olmadı daha. Ben, Istanbul’da patlayan musluğu tamire, İzmit’ten babasını çağıran biri olarak öğrendim bu kesinliği. Cenaze ile ilgili soracak şeylerim vardı, ama, elimi attığım telefonu açacak babam yoktu. Musluk tamir edemeyen oğlunun, arabadan dün gece düşen parçayı bugün kendi başına yerine taktığını göremedi babam. Bunu bana ölümüyle öğretti, muhtemelen böyle olacağını da biliyor ama anlatmıyordu. Dolayısıyla ölüm karşısındaki çaresizliğimizi ben 28 yaşında öğrendim. Daha bir sürü şeyi kısa sürede öğrenmek zorunda kaldım; Dost, arkadaş, duruma göre akraba dediğin insanların bir kısmının ortadan kaybolduğunu, aklına gelmeyecek insanların düştüğün yerden elini tutup kaldırdığını, belediyenin en iyi çalışan hizmetinin cenaze işleri olduğunu, mahkeme duvarının ne demek olduğunu, bir sürü şeyi babam gidişiyle öğretti bana. Çoğunu 29 olmadan öğrenmiştim.

Ama ölüm nedir biliyor muyum? Çok şüpheliyim bundan. Ağlarken kendimize ağlıyoruz sonuçta; Bir daha göremeyeceğiz diye, bir kere daha o ağır kebapları yesek de bu sefer ben ısmarlasam diye, benden çok meyve seven bir insan olabileceğine örnekti diye, bana bir gram art niyet beslemeden abilik yapacak kim kaldı diye. Kendimize ağlıyoruz, Enver abi gittiği yerden bize gülerken. Ben öğrendiysem de unutmak istiyorum, ölümün ne olup ne olmadığını. Yaşımdan bağımsız olarak…

Bir başka giden üzerine

Ne yazık ki, istemediğim, kimse için de istemeyeceğim kadar, bir insanı kaybetmenin nasıl bir durum olduğunu biliyorum. Her tür kavga, her tür düşmanca davranış, her tür küslük, her alınma, her insani saçmalık bir gün unutulabilir, affedilebilir, göz ardı edilebilir. Gerçek kayıp, defterini dürüp, hesabını kapatıp, bir daha konuşmak için rüyalardan başka şansın kalmayacak şekilde giden insandır. Ne yazık ki, sevdiğim bir sürü insan bugün bunu ya ilk kez ya da yeniden, yeniden, yeniden ve yeniden öğrendi.

22 Ocak gittikçe daha uğursuzlaşıyor; Annem gitti, halam gitti. Ben saçmaladıkça nasihat edebilen, daha önemlisi nasihatini dinletebilen tek kişi kalmıştı hayatımda, o da gitti.

Geçen gün elimdeki tek imzasına bakıyordum. Şimdi, imzasını “kardeş” diyerek atmasına mı ağlamalı, “zaman bu, geçerken de öper geçtikten sonra da…” demesine mi bilmiyorum. Epeydir, en az iki ay olmuştur, görmüyordum. Eh abi, zaman bu geçti gitti işte. Belki artık rüyalarımda konuşuruz, ne olur babam gibi yapıp da sesini çıkartmadan gitme.

Ocak ayından nefret ediyorum

Benim için çok önemli biri, yirmi yılı geçkin bir zaman önce “ikisinin de ölüm tarihlerini hatırlamıyorum” demişti. Anne ve babasından söz ediyordu. Aynı şey uzun süre benim için de geçerli oldu. Ne önce giden babamın ne de çok daha yakın zamanda giden annemin ölüm günlerini, aylarını hatta yıllarını hatırlayamadım. Daha sonra iki şey oldu ve ben en azından ayı ve yaklaşık günlerini unutamaz oldum.

Önce halam, kardeşini ve gelinini takip edip peşlerinden gitti. Bu arada gitmek için de aşağı yukarı saatine kadar tutturarak annemin ölüm yıl dönümünü yakaladı. Çok iyi anlaşırlardı zaten…

Tam yine unutmayı becerecekken, başka bir kıymetli insan, durup dururken annemin ölüm yıl dönümü için güzel laflar etti. Çok da iyi etti aslında, ama zamanlaması çok net bir şekildeydi. Artık ne annemin, ne halamın, ne de onlardan altı gün sonra gelen babamın yıl dönümünü unutabileceğimi sanmıyorum. Bir haftadır her gün aklımdalar, daha sekiz dokuz gün böyle gidecek galiba…

İnsanların kıymetlerini, ancak kaybedince anlamak ortak problemimiz. Bu konuda ne yazık ki ders almak da, vermek de mümkün görünmüyor. Ben hala çoğu insana ne kadar önemli olduklarını anlatamadığımı biliyorum. Daha ötesi bunun öğretilebilir, ifade edilebilir bir şey olmadığını da çok defalar gördüm. Herkes ancak kendi başına geldikçe öğreniyor. Yok yapacak bir şey.

All I see on Quora is saddening marriage stories of betrayal and adultery. Does anyone have a good one?

Although I have not written my “sad” story in Quora, yet, I might have an explanation. When you are happy with your marriage (hard to believe, but all divorcees were once married happily) there is almost nothing to tell, there is no story so to speak. OK you are happy, so what, you are expected and expecting to be happy…

However when your marriage become unhappy, there is always a story behind, either betrayal, or a nonsense discussion over something stupid, or a sickness, or an economic problem or, or, or… Because of this, only unhappy people have something interesting to tell.

Happy people on the other hand can either tell some little silly stories about how he proposed under the rain, or how she first kissed him with no reason at all, or how they could keep their relation as it is for 20+ years. A relation is almost the only thing we have in our lives which we do not want to see any “development” about. When your partner tells you that you “need to speak” it is almost always because they are going to give a bad news

We expect to fall in love, get together, maybe marry, have some kids and get old together, this is the routine. And besides how successful we are in keeping the routine intact for so many years, there is nothing to tell in a happy relation. And yes, it is boring, not to have anything interesting to tell because you are happy…

. TR MOL