Hayatın bütün sıkıcı taraflarıyla…

Güzel bir şeyler yazamamak mı, yoksa güzel bir şey yazılamayacağını anlamış olmak mı asıl sorun, aralarında gidip geliyorum. Hayat son iki yıldır içinde yaşadığımız bu salgının sembolü halini aldığı şekilde kötü gidiyor. Ekonomik sorunlarımız çok ciddi boyutlar aldı. Türkiye bu konuda yalnız değil, ama muhtemelen en ciddi darbe alan yerlerden biriyiz. Hayat kalitesi denen şeyin adı bile kalmadı ortamda, eminim hala mutlu mesut hayaller içinde yaşayan insanlar var. Ben kendi halimden şikayet ederken benden kötü durumda insanlar olduğunun farkındayım ama bu kendime üzülmeme engel olmuyor. Muhtemelen benim hayatım boyunca gelmediğim, gelemeyeceğim refah seviyesinde olmalarına rağmen depresyondan başlarını kaldıramayanlar da vardır. Sonuçta kimin neden şikayetçi olduğundan bağımsız olarak, herkesin şikayet edecek bir (sadece bir?) konusu var.

Hayat iyiye gitmeyecek, herkes farkında olmalıydı bunun, değil mi? Bu konuda çok şüpheliyim, muhtemelen insanlar gelecek güzel günlerin hayalleriyle yaşıyorlar, tıpkı geçmiş güzel günlerin hayallerde kaldığı gibi, geleceğin rüyaları da hayallerde kalacak. Olumlu beklentiler normal şartlarda iyi bir şeydir. Ama artık, ve aslında epey bir zamandır, dünya normal şartları yaşamıyor. WTC’nin yıkılması sembol olaylardan biriydi, anormalleşmenin haberini veren, COVID-19 bir başka sembol. Politik olayları, suikastleri, savaşları, hakkı yenen güçsüzleri, sömürüye önderlik eden güçlüleri nasıl görmeden, nasıl göz ardı ederek, nasıl unutarak yaşanır? Ama bakıyorum ve toplu bir unutma çabası içinde yaşadığımızı görmekten kurtulamıyorum..

Belki bir meslek hastalığı, ama farklı ve dağınık konuları birleştirme alışkanlığım var. Küresel ısınma da dahil içinde olduğumuz felaket trendlerinin bir noktada birleşip bütünleşeceğini ve muhtemelen son noktada dünyanın bizden kurtuluş trendine aslında girdiğini düşünüyorum. Bu basitçe bir felaket senaryosu hayranlığı da değil. Nüfus artışı oranlarına bakıyorum, sıcaklık ortalamalarına bakıyorum, ekonomik göstergelere bakıyorum, kötüye gidiyor olmalarının ötesinde trend olarak tarihte görülmemiş bir hızlanmayla kötüye doğru gidiyorlar. Bu kadar ölçülebilir olmayan şekilde toplumsal cehaletin ululanmasını, politik aktörlerin durumunu görüyorum, resmin hiçbir noktasında olumlu bir işaret yok.

Hayatı farklı formlarda bir iki ortak kalıba sokmaya eğilimliyiz.

Mesela çoğunluk hayatını bir döngüler grubu içinde yaşıyor ve bunu seviyor, inkar etseler, aksini iddia etseler de. Bu grubun 08:00-17:00 döngüsünde yaşayanları var, her yaz yüzmeye, sınırlı olarak het kış kayağa giden zenginleri, her yaz çocukları köye gönderenleri, her evlilik yıl dönümünde pahalı hediyeler alanları, her sevgililer gününde yemeğe çıkanları var.

Hayatı kademeler halinde yaşayanlar da kalabalık bir kitle. Bunlar kimden üstün olduklarını, kimin onlardan üstün olduğunu bilmeden yaşayamıyorlar. Bu yüzden ilk tanışmada meslek, okul, memleket hatta burç sorgulanıyor, bu yüzden otobüste kimin yer vereceğine dair kalıplar gelenekselleşiyor, bu yüzden misafirlikte büyükler kahve gençler çay, çocuklar meyve suyu içiyor.

Yanisi şudur ki, üst katmanlarda da, alt katmanlarda da dolap beygiri gibi dönmekte olan kalabalık bir kitle var, bu döngüye ayak uyduramayan veya uydurmayanları öğütmeye çalışan değirmeni çalıştıran.

Bu bir yılbaşı yazısı değil, bu arada. Yılbaşıyla pek alakam yok; Çocukken kendimi aldatmak kolaydı, gelecek sene daha güzel olacak diye. Büyürken de salak toplumsal kalıplara kapılıp ama ona ayıp olmasın, aman buna ayıp olmasın, aman sosyal çevre sağlam kalsın diye diye gereksiz masalarda gereksiz zamanlar harcamak aptallık eseriydi. İşte büyük bir kitle de o kalıpların içinde akıp gidiyor. Bir kısmının içmek için bahanesi, bir kısmının beceremedikleri sosyalleşme üzerine daha güvenli bir teşebbüs alanı.

Özet olarak gidişat pek parlak değil, düzelecek mi bilmiyorum, düzelmesi için bir sebep de görmüyorum aslında. Geleceğin tarihçileri “COVID-19 2022’de de devam ediyordu diyecekler”, “global ekonomik çöküş da anca 2021 sonlarında görünü olmaya başlamıştı” diye de ekleyerek.

İyi eğlenceler.

Döngü

Hayat basit bir döngü aslında, doğup, büyüyüp, ölüyor canlılar. Ortalama insan ömrü üzerinden bakarsak 53 milyon kcal kadar yiyecek, bundan çok daha fazla endüstriyel enerji tipleri tüketip, 3.5 kilo geldiğimiz dünyadan 70 kilo civarında gidiyoruz. Önemli olan o 53 milyon kcal karşılığı yiyeceğin gübreleşmiş hali dışında geride ne bıraktığımız son planda.

Geride ne bırakıyorum diye bakmayı seviyorum. Bu son zamanların, kenardan seyretmeyi bırakıp içine düştüğümüz felaketlerin, yaşımın büyümüş olmasının etkisi değil, eskiden de meraklısıydım geride ne bıraktığımın. Muhtemelen bir meslek hastalığı olduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek. Geride kalan para veya malın bir anlamı, hele benim gibi ortada çocuk v.s. yokken, olmuyor. Yazdıklarım, ki edebi hedefi olmayan notlardan öteye değiller, bu site kapandıktan sonra uçup gidecekler. Zaten arşivlenmiş olsalar ne farkı olacak, birileri okumak için aramadıktan sonra. Hatıralar, dostlar, arkadaşlar, nasıl hesapladığımdan bağımsız olarak benden sonra 10 ile 50 yıl arasında peşimden gelecek ve yok olacaklar. Yayınlanmış ya da yayınlanacak kitabım yok, yayınlanmış kitaplarda da adım bir iki kere geçti o kadar. Bunlar için de benim yazdıklarımla ilgili argüman geçerli, birileri okumak için aramadıktan sonra kütüphaneler dolusu olsa bir şey ifade etmeyecek zaten.

Öte yandan mücadele ettiğimiz, uğraştığımız, peşinden koştuğumuz şeylerin bir yerden sonra önemi kalmıyor. Ben doğduğumda Almanya’da ortalama ömür beklentisi 70.55 ve Türkiye’de 51.68 yılmış. Bugün bu rakamlar 81.10 ve 79.10 olarak değişmiş. Yani Almanya’da doğup burada büyümüş biri olarak aslında beklentileri bugünlerde aşmışım. Ama yine bir meslek hastalığı olarak rakamların değişimine ve trende bakıyorum ve gördüklerim hoşuma gitmiyor. Tabii arkada dert edecek birini bırakmıyorken, dünyanın inanılmaz kötüye giden nüfus yapısını, sürdürülebilirlik v.s. konuları dert etmemek daha kolay belki ama bu da insan olmanın hastalığı; Başkalarını dert etmeden yaşamak ayıp, en azından ben öyle öğrendim büyürken.

Uzun vadeli olarak bakarsak, insanların dünyaya bıraktıkları tek şey çocukları. Orada da ciddi bir gerileme olmasına rağmen ömür beklentisinin uzamış olması dolayısıyla nüfus patlıyor. Dünya ortalaması 1950’de her kadının 5.05 çocuk doğurmasıymış, bu rakam 2.44’e gerilemiş durumda. Türkiye için durum daha da iyi, rakam 6.74’den 2.04’e gerilemiş. Tabii bu değişim olurken dünya nüfusu aynı dönemde 2.5 milyardan 7.5 milyara çıkmış. Yani kibarca söylemek gerekirse en çok miktarı artan ve en çok değeri düşen kaynağımız insanlar, ve bu durum içinde bulunduğumuz döngü ile bir süre daha bu şekilde devam edecek.

Byrada nedense “sadece Türkiye’de” dediğimiz, aslında dünya geneline yaygın saçmalıklar var. Nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulamamak bunların en başta geleni bence. Yoksa öldükleri gün arkalarından küfür edileceğini bilen insanlar neden bugün yüzlerine gülen, aslında tanımadıkları yabancıların onaylarına muhtaç hissederek yaşasınlar bütün dünyada.

Kötü günler

Çok kötü günler içindeyiz. Daha ötesi gerek toplumsal irfanın geleceğini umduğu, gerek makro ekonomik teorinin hep var olduğunu söylediği dalgalanmanın “dal”‘ı var ama “ga”‘sı yok. Eğilim, trend, gidişat, durum vaziyetleri, ve diğerleri hep aşağıya, kötüye eğilmiş durumda. Bu durum değişmeyecek. Belki arada kısa dönemli düzelmeler olur, belki bir süre kötü durumu unutmayı, görmemeyi başarırız. Zaten unutmak, olanı görmemek en büyük yeteneğimiz gibi duruyor. Ama bu trend düzelmeyecek.

Bir dönem globalleşme eğilimlerini her tür yerel problem için sorumlu görme ve gösterme modası vardı. Bu moda, bu yaklaşım genelleme olarak kullanılması dolayısıyla sıkıntılıydı. Ayrıca problemlerin globalleşmeyle beraber yükseliyor olmasının ne kadarı sebep/sonuç ilişkisi, ne kadarı korelasyon? Bu göz ardı edildiği gibi insan denen canlı türünün istatistik konusunu anlayamaması da bu spesifik problemi büyüttü bence. Şu sıralar, bu konu eskisi kadar vurgulanmıyor nedense. Nisyan ile malul hafıza-i beşer midir bunun sebebi, yoksa globalleşmiş dünya düzeni iyice kanıksandı da artık bir “faktör” olarak görülmüyor mu, onu bilmiyorum.

Fakat bir ilginç gelişme var, özellikle gerek COVID-19 salgınının, gerek yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan iklim temelli problemlerin belirginleştirdiği. İnsan türü olarak hatalarımızı da başarılarımızı da global boyutta yaşıyoruz artık. Eskiden bir salgının çıktığının haberinin geleceği sürede o salgın bütün dünyaya yayılıyor, geliştirilen tedavi, ahlaksız kapitalist yaklaşımların engelleri dışında, bütün dünyada erişilebilir hale geliyor ve komplo teorileri gerçek her ne ise onu saklayacak hızla yayılıyor.

Bizim Türkiye’de yaşadığımız sorunlarda ise yine benzer ama üzücü bir trend var. Global olarak yayılan en önemli problemlerden biri cehaletin de son derece hızlı yayılması. Dolayısıyla Türkçe imla kurallarının artık devlet eliyle bozulmasına gerek kalmadı biz küçükken olduğu gibi. İnsanların bildiklerini unutturmak gibi bir derdi yok kötü niyetli odakların, çünkü zaten öğrenmemiş oluyorlar hayatın nasıl işlediğini. Irkçılar eskisi gibi utangaç değiller, çünkü utanılacak bir şey olduğun bilmiyorlar bile, konuşmaktan aciz oldukları gibi.

Devam, patlamış tekerlekler üzerinde sürüklenebildiğimiz sürece devam. Dünya ısınıyor, manyetik kutupların kayma hızı artıyor, SAA gittikçe kötüleşecek diye modelleniyor, devam edelim saçmalamaya, en azından partinin kapanışı eğlenceli olacak sanırım….

Bayramların şahsiliği hakkında

Bayram denilen günler ne kadar ortak ve sosyal günler, ve ne kadar şahsi boyutta anlamlı, üzerinde düşünmek lazım. Bayramların şahsiliği hakkında çok konuşmuyoruz. Bir zamanlar hep “eski bayramlar” konuşuldu, anlatıldı. Şimdi düşündükçe o zamanları yaşayanların “bugünlerinden” memnuniyetsizlikleri buna sebep olmuş diye bir sonuca varıyorum. Bu sıralar bir şekilde popüler kültürden kopmayı başardım, bu bir başarıysa eğer. Hala aynı saçmalıklar mı satılıyor yoksa sosyal yapının hakimleri kültür olarak yeni yalanları mı pompalıyor bilmiyorum.

Çocukken ailelerimizin bizim için seçtikleri gerçeğin içinde yaşıyoruz. Bir yerde bu seçim aileden bireye doğru dönüşüyor. O noktada ne kadar düşünülerek geçiş yapıldığı önemli. Kişi gerçekten de ailesinin normlarını kendi kararıyla benimsiyorsa bunda bir sorun görmüyorum. Ama sadece “böyle gelmiş böyle gider, üzerinde düşünmek çok zor hayatın” diyenlere acımalı mı kızmalı mı?

Bayramın hangisi olduğundan bağımsız olarak, bugünlerde çok fazla “neşelenecek” bir olgu yokken hayatımızda, bayramları “neşe kaynağı” olarak gören bakışın içinde olamıyorum. Açıkçası olmaya da çabalamıyorum, canı isteyen canı istediği gibi bayramı kutlayabilir, başkalarına empoze etmeye çalışmadıkları sürece.

Kurban özelinde yapılan, hayvan hakları etrafındaki polemikleri ise açıkçası gereksiz görüyorum. Kırmızı eti neredeyse tamamıyla bırakmış biri olarak bakışımın “farklı olması” gibi bir beklenti var, bazı tanıdıklarda. Ama özellikle besi hayvanlarının durumu ortada ve ticaretleri tam gaz sürerken Kurban dolayısıyla hayvan hakları savunuculuğunu radikal noktalara taşımak ve üstüne insanların inançlarına hakarete vardırmak hem yanlış, hem de sonuçsuz.

Son planda ise hayat her gün gördüğümüz tatsızlığı ve kötülüğüyle devam ediyor. Geçenlerde duyduğum bir şeyle kapatayım. “Bugüne kadar yaşamış canlı türlerinin %99.9’unun nesli tükenmişken, insanların bir istisna olacağını sanmak budalalık.” Sonuçta sizden bir sonra gelecek nesli yetiştiriyorsunuz ve işiniz bitiyor. Ya da benim gibi…

Ha farkındaysanız, bayram kutlaması olarak görüp göreceğiniz bu yazıdır…

Gidenlere

Çıt çıt’ı uyutmak zorunda kaldığımızda kimin güçlü, kimin zayıf olduğu, arkadaşların güçleri ve zayıflıkları ve benzerleri hakkında çok şey öğrenmem gerekmişti. Sekiz kiloluk gezen battaniyeden, evin kaybedilmiş abisine haftalar içinde geçti gitti oğlum. Yok yapacak bir şey, dertlerini anlatamadan, sevgilerini bakarak anlatmaya çalışarak yaşayıp ölüyorlar.

Rio biraz daha hazırlık yaptırarak gitti, gideceği belliydi bir süre, kalamayacağı da her ne hazırlık yapılsa. Ne yazık ki insanın yüreği ne kadar nasır tutsa da acılar hatırlanıyor. Birinin nasıl kafa attığı, bir diğerinin ne kadar huysuz olduğu, bir diğerinin göbeği, hep bir grup hatıra bırakıp gidiyorlar.

Tekila’nın 5-6 aylık olduğu günden beri potansiyel olarak yaşadığı hastalık belli, içinde saklanıp gününü bekliyor. Gerçekte diğer bütün ölümlerden farksız aslında ne ne zaman geleceği belli ne de ne şiddette vuracağı. Kardeşleri yıllardır yoklar artık oğlumun, ama o hatırlamıyordur bile onları. Kedi olmak varmış bu hayatta. Biz hatırlıyoruz da ne oluyor bilmiyorum, ama unutmak istemem ne bu son gidenlerimi, gideceklerimi, ne de yıllar içinde gidip benden başka herkesin unutmuş olduklarını. Ha insanlara bu kadar aldırmıyorum o doğru, ama yapacak bir şey yok, insanlar hayvanlar kadar iyi değil.

. TR MOL