Kimlik hakkında kısa bir not…

Son günlerde, genelde, nasıl hissettiğimin özetidir:

Verstand nur ihre Sprache nicht
Ich hab' es nicht bereut
Oh non rien de rien
Oh non je ne regrette rien

Bu konuda temel sıkıntı şu ki; Ne ben. durumu, toplumun bana açtığı yeri, tanımladığı rolü bu kadar problemli bir formda ifade etmek dışında bir yol bulabiliyorum, ne de benim ifade güçlüğüm toplumun umrunda.

Durumu, aslında karşılaştırılamayacak kadar daha güzel şekilde ifade eden biri var hayatımızda, tarihimizde:

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Neden benim ne hissettiğimin özeti, bu ufak mücevher olmuyor o zaman? Sanıyorum fark bariz aslında. Çektiği onca acıya rağmen mutluluğun, güzel günlerin geleceğine inancını ya da umudunu kaybetmemiş birinin duyguları, şu anki ortamın üzerimde bıraktığı etkiden uzak. Öte yandan başka biri şiirinde, şarkısında, Almanca’yla Fransızca’yı birleştirmek zorunda kaldıysa, zaten baştan konunun ciddi şekilde dağılmış olduğu ortada.
Tabii bir de yıllardır sürekli karıştırılan, kurcalanan, aslında canına okunan günlük hayatın dili konusu var. Bazılarında artık tembelliğimin zirveye vurduğu için tercüme etmeye bile çalışmadığım yazılar var bu blogda. Türkçe olanların ise ne kadarını önce İngilizce yazıp sonra tercüme ettim bilmiyorum. Daha ötesi asıl derdim bu konuyu konuşmak ama ciddi bir bıkkınlık üzerimde, aylardır etrafında döndüğüm halde üstüne gidemediğim bir sıkıntı bu konu. Çocuklar, bir sonraki nesil kopuyor kültürel olarak toplumdan, her seferinde bir küçük adımla…

Gereksiz detaylar

Çalıştığım bir iki iş yerinde kılık kıyafet ve hareket tarzıyla ilgili kurallar askerden daha sıkıydı. Düşündükçe garip geliyor ama, muhtemelen hapishanelerden bile daha detaylı kurallar gördüm galiba.

Askerde işler nispeten daha sıradan bir şekilde yürüyor, “ordunun verdiği kıyafet dışında bir şey giymek yasak”. Eh özgürlükçü olduğunu söylememiştim, en azından kendi içinde mantıklı ve takibi de uygulaması da kolay… Hapis zaten “özgür olunmayan” bir ortam. En azından “şartların insani olup olmadığı” tartışılırsa, kimse şaşırmıyor.

Kapitalist düzen, cilanın altında çok daha baskıcı. Bazı şirketlerin kurallarında “sakal bırakılırsa ‘modern kesimde’ olmalı” şartı vardı. Normal fütursuz Can yaklaşımıyla kaç yöneticiyi sıkıştırdıysam da, birinden bile ne “benim sakalım modern, nasıl kesersem modern olmayacak” sorusuna, ne de “son kararı şirket berberi mi veriyor” sorusuna cevap alamadım. Bu arada tek şirketten de söz etmiyorum, bir yerde kural kitabını “bir profesörler ekibinin” yazdığını, bir başka yerde de “bir profesörün özel bir proje kapsamında yazdığını” (yani yakaladığı boşta kalmış ilk asistana yazdırdığını) hatırlıyorum. Muhtemelen ikinci şirket birincinin kitabını bulup kopyalamıştı. Hala “modern sakal” derdindeki insanların neden kendilerini kıldan tüyden konuların ötesine taşıyamadığını konuşamıyoruz, ama temel gerekçe bu paragrafta yatıyor…

İlginçtir, kıyafet konusunda şirketlerin imajlarıyla kuralları arasında bir ters orantı var. Tanıdığım en düzgün giyinen insanların olduğu iş yerinde kural “takım elbise ve boyun bağı” genişliğindeyken, bu kalitede ortam görülmeyen yerlerde “kumaşın asıl ve ikincil rengi şu olmamalıdır”, “çoraplar söyle, böyle olmalıdır” seviyesinde detay vardı. Benim başıma (nedense !!!) gelmemekle beraber bir hanımdan dinlemiştim “sağlıklı bir görünüm verecek makyaj” eksiği müdür seviyesinde yöneticilerin, sabah kapıdan “makyajınız yetersiz” diye çevrilmesi için gerekçe olabiliyormuş belli endüstrilerde.

Hep, içerik eksiği olan çevrelerde görünüme gösterilen aşırı bir özen olduğunu düşündüm. Tabii ortamın profesyonel imajı olmalıdır, tabii belli beklentiler, sektör alışkanlıkları var. Ama bana rahatsız edici gelen iki temel nokta var. Öncelikle bir insan yaptığı işin gerektirdiği şekilde giyinmeyi kendi başına beceremiyorsa, o işi vermeden önce en azından giyinmeyi öğrenmesini sağlayacak kadar tecrübe kazanması gerekiyor demektir, bu işi yönetmeliklerle, saçma kurallarla yürütmeye çalışmak karşılıklı saygısızlık gibi görünüyor bana. Diğer konu da şu, kurallar hiç bir zaman karşılaşılacak bütün şartları cevaplayacak detayda yazılamaz. Buna rağmen en basitinden ISG kurallarına aykırı beklentileri yönetmeliklere koyan, sonra da “inisiyatif kullanın” diyen yöneticiler, acaba diğer işlerini ne beceriyle yürütüyorlar.

Yazmak değil de düşünmek sıkıntılı

Bugünlerde içimden gelmiyor, ne memleketi, ne dünyayı, ne de vicdanımı kurtarmak, üç beş kelime yazıp. Herkesin üzülüp ağladığı, herkesin küfredip rahatladığı konulara girmek belki hoşluk gibi görünürken, aslında boşluk halini almışken, çok anlamı kalmıyor fikir beyanında bulunmanın. Olayların hangileri olduğunun çok önemi yok; Bazı olayları bir sene, bazı olayları dört ya da beş sene, bazı olayları işe gelecekleri ilk güne kadar unutmak üzere hatırlayıp, herkesin gözünü bir iki şiir, bir iki copy paste mesaj, bir iki damla göz yaşıyla süslenmiş manzaralara açıp, sonra da konuyu paketletip katlayıp raflara basmak kolay tabii. Uzatsam daha anlamlı olmayacak, kısaltsam daha kolay hatırlanmayacak, yazdıklarım. Nasılsa unutulup gidecek, nasılsa rüzgar her gün esiyor, tozu toprağa, yaprağı çöpe karıştırmak için. Ders almadan ders vermemek lazım, bir de ben unutmasam dediğimi.

Olumsuz şartların faydası

Geçenlerde nezle oldum diye kafamın çalışmaya başladığını yazmıştım. Hastalığın adından, sıkıntının tipinden bağımsız olarak olumsuz şartlarda kafam daha iyi çalışıyor. Muhtemelen başka bir şeye enerji harcayacak halim kalmadığı için oturup boş boş havaya bakar gibi dururken bir şey hakkında düşünmek en kolayı olduğu için.

Bir toplantı için bekliyorum. Evin oraya davet ettim insanları. Bir yandan kediler, bir yandan kitaplar falan. Kahve yerine ıhlamur, sigara yerine kağıt mendil. Koşturacak halim olsa tek farkı şu anda Bahariye ya da Moda’da bekliyor olmam olurdu.

Ruhunu okumayı sevdiğim insanlardan biri demiş ki “ertelenemeyen sorudan konuşmanın vakti geldi”. Çapari gibi aklıma dolaştı kaldı (balıklar beni pek bir severler, onları yakalamak yerine kendimi düğümlediğim için…). Ertelenemeyen sorum var mı diye.

Ertelenemeyen sorunlarım oluyor, sorular konusunda ise daha gevşek davrandığım kesin. Daha “ben kimim” için cevap aramayı bitiremedim. Tek bulduğum cevap da “x, y, z ya da kendini görevli gören her kimse, onun tanımladığı insan olmadığım, olamadığım, olmamaya çalıştığım”.

Neyse sigara yok beynime daha fazla oksijen gidiyor, kısa kesmemin daha doğru olacağını görecek kadar kafam çalışıyor.

Yapma denileni yapma yeteneği…

Bu ne bir marifet ne de varlığına sevinilecek bir özellik. Ama var, ama burada, ama ben böyleyim sonuçta…

Annem yıllarca babasının ne çok sigara içtiğini, ne çok sıkıntısını çektiğini, muhtemelen bu yüzden öldüğünü anlattı durdu. Eh işe yaradığı söylenebilir, sigaradan çok pipo ve puro içiyorum.

Baba tarafında yıllarca ciddi bir içki düşmanlığı ortamında büyütüldüm. İnsan bazen ailesini çok sorgulamıyor, neden olduğunu ancak iki üç yıl önce öğrendim. Dedemin işret merakının ailenin kadınlarında doğurduğu tepkiymiş. Sonuçta sevdiğim birinden öğrendiğim üzere; “Et ile rakı, Tatarın hakkı…” Bende işe yaradı mı onca “yapma etme” lafı. Eh işte, rakı sevmeyen bir Tatar olarak şarap ve viski diye alternatiflere döndüm…

Hanımlar konusuna hiç girmiyorum, ima etmek bile tehlikeli olur. Ama, yok kardeşim, bana kimseyi kötüleyerek uzaklaşmamı sağlayamazsınız, ya da milletine, tipine, inancına, huyuna kulp takarsanız bir işe yaramaz. Ne kadar çok örneği olduğunu söylemeyeceğim, sadece şunu söyleyebilirim; Aksine örnek yok!!!

Tabii bu sadece başkalarına verilen bir tepki hali değil, daha derin, daha adı konması zor bir özellik bu. Kendi kendime “yapma etme” dediğim şeyleri de yapıyorum. “Kavgasını etme” dediğim her konuda birini kırmışım. “Uzak dur” dediğim ve aşık olmadığım kimse yok neredeyse. “Yapma, gitme” dediğim her şeyi, her yeri alışkanlık haline getirmişim. Bunları neden yazdığımı da o kadar “yazma, etme” dedikten sonra yazacağım tabii.

Geçen yaz, Enver abiyle bir yerde oturduk, lafta bir kahve içip kalkacaktık. Ne kadar oturduğumuzu hatırlamıyorum,  ama baş başa oturunca dökülen cevherlerin ortalık kalabalıkken konuştuklarının çok ötesinde olduğunu o gün öğrendim. Hayatımın kıymetli anlarındandır.

O gün oturup konuştuğumuz masa üç beş metre önümde duruyor. Buraya her geldiğimde, “bir daha gelme, gidecek yer mi kalmadı” dedikten sonra ilk fırsatta yine geliyorum. Hatta, bugün bu mekana ikinci gelişim, baktım kaçış yok oturdum yemek yedim artık…

. TR MOL