It is fortunate that I am not famous, as any biographer and or journalist would definitely have problems while gathering information on my background. What I am basically is a renaissance man in modern age with diverse areas of interest and some interconnected subjects of expertise mainly centered around ICT.
Nasıl tanımladığınıza bağlı olarak “arşivi kuvvetli biri” ile “çöpçü” arasında bir sıfatı bana uygun görebilirsiniz. Dün gece bir zamanlama hatası yapıp yatmadan (hah!) önce eski defterleri karıştırdım. Söz cambazlığı da yapmıyorum. Kitaplıkta boş defterlerle dolu defterlerin birbirlerine karışmış halde durduğunu fark edip, onları düzeltmeye kalktım.
Arada çıkan zeytinyağlı karides dolması tarifinden, sevgilinin saçından çalınmış kuru çiçeğe kadar bir sürü unutulması gereken şeyin yanında, öyle ya da böyle canımı yakmış bir sürü hatırlanması gereken şey de yerlere saçıldı (tamam, burada abartmış olabilirim, hiç bir şey saçılmadı, her şey kontrol altındaydı). Hepsi elden geçti, düzenlendi çöpe gidecekler ayrıldı, falan filan.
Daha önce gece yarısından sonra çöpe bir şeyler attığımda komşuların -haklı olarak, ne de olsa Amerikan kültürel emperyalizmi altındayız- garip karşıladığını bildiğimden çıkanlar henüz evde, ama bir iki saate kadar uçarak çöpe gidecek bulduklarımın çoğu.
Bayramın hatıraları karıştırıp, kaşıyıp canlandırmasını sevmiyorum. Yoksa “bugün” değil beni iten bayramlar hakkında. Ama hatıralar yok mu ya?
Hayatı kolayca anlaşılabilecek basitliğe indirgeyerek anlatmak zor iş. Aynı şey bayram için de geçerli. Her yıl en az iki, genelde dört beş kere konusu açıldığı üzere bayramları sevmiyorum.
Öncelikle en bariz noktadan başlarsak bayramları sevmememin işin dini, milli, geleneksel taraflarıyla ya da bu bayrama özel olarak hayvanları insanlardan çok sevmemle (ki öyle, şüpheniz mi vardı yoksa?) ilgisi yok.
Hayvanlardan başlarsak; Kedileri, köpekleri, mini mini kuzuları çok sevmem, hayvansal proteinden kaçınmam için gerekçe değil. Her ne kadar bu akşam yeterince vaktim olsa da yazmak için, vejetaryenleri hele veganları insan biyolojisinin doğal akışı konusunda ikna etmeye çalışmanın, anti-vejetaryenleri insanlara saygı göstermek konusunda eğitmeye çalışmak kadar zor olduğunu göreli çok oldu. İki taraf da kendi haline bakabilir. Ben o arada et yemeye devam ediyor olacağım, güzel plastik bir pakette ya da kendi ayakları üzerinde yürüyerek gelmesinin sonucu çok değiştirmediğinin bilincinde olarak. Her ne kadar, kurban bayramlarında sık sık yaşanan salaklık kaynaklı ve gereksiz derecede haberleştirilen, hayvanların zaten zor olan durumunu daha da acıklı hale getiren olaylar rahatsız edici olsa da, toplumda mevcut “ne iş olsa yaparız” kültürünün bir uzantısı bu da sonuçta.
Öte yandan bir diğer konu olarak, bayramların “bayram” niteliği ne kadar kaldı o da tartışmaya çok açık. Kapitalizmin üstümüze çöktüğü bir devirde, geçen Cuma mesai bitimi itibarıyla Bodrum trafiği kilitlenmeye başlıyorsa, ya ekonomi çok iyi ve herkesin annesi babası emekliliklerini Muğla ve Antalya’nın sahil yerleşimlerinde geçiriyor ya da toplu olarak tatile çıkıyoruz, konu bayram falan değil. Tabii “büyük” şirketlerin bilançolarına destek olmak üzere çalışanlarını zorla bir hatta iki hafta izne göndermesi, ve özlük haklarının bu şekilde gaspından mutlu olan çalışan kitlesi ayrı bir hikaye. Bayramın ne olduğundan haberi olmamak doğal durum artık. Bir zamanlar şakası yapılırdı, artık o bile kalmadı, gazetelerde cahil muhabirlerin “bu sene hac dönemi Kurban Bayramına rastladı” diye haber geçmeleri.
“Nerede o güzel ve eski bayramlar”, hikayesi ayrı bir acıklı durum. Uyduruk Anamur muzlarının yılda bir kere eve girdiği yılbaşı kutlamaları nereye gittiyse o eski bayramlar da aynı yerdeler. Hayat değişiyor, zaman geçiyor ve bunun getirdiği doğal dönüşümü göremeyecek kadar rutine gömülmüş insanlar ancak bayramlarda, yılbaşında ve benzeri noktalarda geri dönüp hayata bakıyorlar.
Neyse özet olarak, kavramsal olarak bayramınızı kutluyorum. Ama bunun yanında mutluluk pompalamak, gülücükler saçmak, tatil eğlencesini bayram neşesiyle karıştırmak gibi saçmalıklar yapamayacağım. Aynı şekilde yılda bir kere otomatiğe bağlayarak, insanların inançlarına bayram soslu hayvan hakları savunuculuğu bahanesiyle hakaret edenlerin tarafında da olmayacağım.
Kendinize iyi bakın, ha bu arada açık değilse, bu sene için bayram tebrikim yukarıdaki…
Bir insana sorulabilecek en temel sorular “sen kimsin” ya da “kendini tanımla” ve bunların varyantları. Belki daha zor olanı “ben kimim” sorusuna cevap bulmak. Önemli olan, belki çarpıcı olan noktalardan biri şu ki, insan ne kadar kimliği üzerine düşünmüş, buna zaman harcamış, kafa yormuşsa, sorunun cevabı o kadar zorlaşıyor, daha zor ifade edilir, daha anlaşılması zor, daha ilginç ve beklenmedik hal alır oluyor.
İlk aşamada, giriş seviyesinde diyelim, insanlar kendilerini başkalarının empoze ettikleri nitelik ve/veya isimlerle tanımlıyorlar. Bu “hayatın başlangıcında” normal aslında. Bir çocuğun, kendi kimliğini oluşturmaya yetecek olgunluğa ulaşmasından çok önce, ailesi, çevresi, komşuları ve okulu milli, dini, sosyal, cinsel etiketleri üstüne yapıştırmaya başlıyor. Kişi tembel ya da yetersizse üzerine yapışmış etiketlerden en kolay kullanılan, en faydalı olan, en kabul göreni alıp kullanmaktan başka bir şey yapmasına gerek yok.
Bir sonraki aşamada genelde isyanla, tepkiyle, duruma göre intikam veya nefretle doğan ve nasıl gerekçelendirildiğinden çok kalıcı olup olmadığı beni ilgilendiren kişinin kendine bulduğu ilk kimlik geliyor. Buradaki tepkisellik gördüğüm kadarıyla ortak nokta gibi duruyor. Aileye, okula, topluma, ezen ya da ezilen kitlenin mensubu olarak “karşı” tarafa duyulan tepkiler kişilerin, genelde gençlerin, kimliklerini tanımlama çabasında temel kriter oluyor.
Herkesin geçemediği üçüncü aşamada insanlar geriye dönüp, topluma, kendilerine, hayatın getirip götürdüklerine bakıp, kendilerini anlama çabalarının bir parçası olarak kim olduklarını tanımlamaya başlıyorlar. Bu aşamada nispeten kaliteli, genelde zaman içinde değişen -belki dinamik demeli- kimlik tanımları ortaya çıkıyor.
Kolayına kaçarak, politik örnekler vermek gerekirse;
Birinci aşamada “bizim bütün aile XYP’yi tutar, hep onlara oy veririz”
İkinci aşamada “ben solcu/sağcı/ilerici/muhafazakar görüşteyim”
Üçüncü aşamada “askeri harcamaların, milli eğitim harcamalarına oranı hakkında şunu/bunu/onu düşünüyorum”
Örnekleri neden bu kadar yuvarlak bıraktığım açık tabii, umarım…
Uzun süre, en acıklı ve acınası kimlik tanımının bir topun etrafında koşan 22 kişiyi seyretmekten heyecanlanan insan kitlesinden çıkan fanatikler olduğunu düşündüm. Sonra bir gün biri “futbolcular cahil olur, basket oyuncuları hep üniversite mezunu” dedi. Takım fanatizmini bir kenara bıraktım, spor fanatizmini haklı gösterecek hiç bir gerekçe bulamayıp oyuncuların sahadaki fonksiyonlarıyla herhangi bir ilgisi olmayan üniversite eğitimlerini öne sürmek… Demek istiyorum ki, kendini futbol taraftarlığıyla tanımlamaktan da acıklısı var. Açıkçası bu bana Türkiye’de politik/dini/etnik/bölgesel/sportif/mesleki ve her tür mümkün olan yobazlığın neden bu kadar köklü olduğunu bir noktaya kadar açıklıyor. Herkesin kendi grup/kimlik aidiyetinden olmayan insanların “neden ikinci sınıf” olduklarını açıklayacak bir sürü sentetik bahanesi var.
Temel problem zaten bu noktada; Çoğunluk “ben” dışında zamirler kullanarak kimliğini oluşturup, tanımlayıp, açıklamaya çalışıyor. Bu kadar çok “ben” demekten zevk alan bir toplumun, kimliğini ifade ederken dedesi, babası, dayısı, okulu, futbol takımı ve benzeri kriterlere gömülmesi acıklı.
Geçenlerde biriyle konuşuyordum, ikimizi de bilenlerin, tanışmamış olmamız gerektiğini düşündükleri biriyle. Neyse; “Tekila nasıl” konusu açılınca dedim ki; “Dayak yer gibi sevilip iteklenmekten hoşlanıyor, nefesini toplar toplamaz ‘haydi yine’ diye yanıma koşuyor, bir de susmayı bilmiyor…”. Sonradan düşündüm de, iyice kendime benzetmişim çocuğu.
Açıkçası ne Tekila’da, ne kendimde bu durum beni rahatsız etmiyor da, hayata bu bakışımı salaklığımın sonucu sanıp, sömürme çabalarını görmediğimi sanan garibanlara üzülüyorum.
Çoğunluğun sandığının aksine bilgisayar programcılığının temeli mantıklı düşünmek değil. Eğitim, doğal olarak mantık çerçevesinde kurulan bir yapıda veriliyor, kullanılan araçların gereği böyle. Ama işin temelinde, gerçek hayatın bazı akışlarının, mantık çerçevesindeki bu araçları kullanarak modellenmesi yatıyor. Sıkıntı da burada, gerçek hayat mantıksız, hatta o kadar mantıksız ki, amatör biri “mantık gereği…” diye başlayan bir cümle kuruyorsa muhtemelen bir iki saniye içinde aslında kanalizasyon yakınında yapması gereken bir şeyi herkesin ortasında yapacak olması muhtemel. Dolayısıyla mantıksızlığı mantıklı olarak analiz etmek gibi garip bir iş yapıyoruz aslında. Bu açıdan bakınca;
Yazmak mevcut şartlarda zor geliyor, neden olduğunu anlatmak için çok düşünmem gerekiyor ve açıkçası bunu da ne kadar yapmak istediğimden emin değilim. Kısa özet olarak; Hayatı seyretmek uzun zaman zevklerimden oldu, bir sürü sıradan, rutin, sıkıcı ama devamlılığın işareti olgu, olay arasında güzel ilginçlikler, sevimli değişiklikler v.s. arayıp görmeyi sevdim hep. Son zamanlarda sıradanlığın, ortalama hayatların, popüler ifadesiyle “vasatın” tahakkümü altındayız. Bu sıradanlaşma o kadar acıklı bir boyutta ki, vasatlaşmış bakış açıları, çoğunluğu mevcut durumun Türkiye’ye özgü değil de global bir olgu olduğunu görmekten de alıkoyuyor.
Örnek olarak; Tanıdığım genç arkadaşlardan birinin müzik zevkini takdirle takip ediyorum. Öte yandan şu anda mevcut imkanları düşününce, tanıdığım, özellikle genç, herkesin benden daha iyi bir müzik zevki geliştirmiş olması lazımdı. Ben, ailenin müzik konusunda yeteneksizi olarak, “neden çevrede en kötü durumda olan ben değilim” diye bakınıyorum. Benden iyi durumda olanlar neyse ki az değil, ama olması mümkün olanın çok altında. Bu ortalamada yaşama aşkına nereden kapıldık diye çok sorguladım. Bir gün şunu anladım, ortalamadan çıkmak için uğraşmak çalışmak çok gerekiyordu eskiden. Ortaokuldayken bir Haydn (No: 104) alabilmek için toplam 4-5 saat tren yolculuğu yaptığımı hatırlıyorum. Bu uğraşma mecburiyetinden hep şikayet ettik, insanlık olarak ve çok çabaladık hayatın bu tür detaylarını kolaylaştırmak için. Bugün Cats’ten bir şarkıya takıldım, bulmam iki dakika sürmedi. Bu kolaylıklar ve bilgiye, referansa, temelde “düşünmeden düşünmüş gibi sonuca erişme” lüksünün sonucu olarak ortalamadan kaçmanın kıymeti kalmadı.
Tabii işin “hatırlama” tarafı da var. O Von Karajan 104. hala rafta duruyor, satan dükkan en son baktığımda ya büfe ya da çakmakçı falan gibi bir şey olmuştu. Istanbul gibi bir şehirde tarihin içinden koşarcasına geçip işe, eve, TV dizilerine kavuşma çabasıyla yaşamak insanın odağını içinde bulunduğu 8-12 saatlik dilime, gelecek maaş gününe ve ilk yaz tatiline sınırlıyor. Assos’a gidip Behramkale neresi, insanı kim, kültür nasıl değişerek bugüne kadar gelmiş diye öğrenmeden merak da etmeden, bir kere olsun Roma yolunda yürümeden, Kadırga Koyu sahilinde yüzüp eve dönmek tarihle en yakın temas halini alıyor.
Dolayısıyla “düşünmek” ve “hatırlamak” için sanki eskisi kadar büyük bir ihtiyaç duyulmuyor, ve bu da çoğunluğu rahatsız etmiyor. Bu şartlarda, yolda gördüğüm her sakat köpeğe, her dilencinin hangi dilde konuştuğuna, Fenerbahçe’de ters yollara giren arabaların marka model dağılımlarına dikkat etmenin, bunları yorumlamanın, düşünmenin, ve yazmanın faydasını sorguluyorum, benden başka kaç kişi bunları düşünüyor ki diye endişelenerek.
Toplum için endişelenmek bir görev tabii, ne kadar başarıldığı meçhul, faydaları, sonuçları belirsiz de olsa.
Ama insan aklı da “dur” demekle durmuyor. Bir Cuma sabahı Beyoğlu’ndan yukarı çıkarken Galatasaray’daki Akbank’ta geceleyen şanssızlardan birinin gelenden geçenden zorla para almaya çalıştığını görmüştüm. O gün Karaköy’deki Dul Kadın ve en meşhur oğlunun heykelleri dikkatimi çekmişti bakınırken, üzerine bu gelince, kimsenin kimseye faydası olmadığına takılmıştım uzun süre. Babam kızardı başım öne eğik yürüyorum diye. Önüme bakmazsam Kadıköy’de üzerinde Eau yazan su vanalarını nasıl göreceğim? Ya da başımı kaldırmasam Hiram Usta’nın heykelini nasıl göreceğim? Dolayısıyla çevreyi seyretmek lazım, bir kere yere, bir kere göğe, çok kere insanlara bakarak, defalarca. Şimdi bunları unutamıyorsan, bir gün yazmak için keseye atıyorsun…
Düşünmemek, hatırlamamak mümkün olsa, ne iki satır yazmadan, ne de bunu dert etmeden güzel bir hayat geçecek sanırım. Olmuyor ama neyse işte…