Periyodik hayatların sıkıntısıyla

Uzun süredir iyice seyrekleştirdim bir şeyler yazmayı. Keşke yazacak şey bulamamaktan ya da yazacak şeyleri bulup, buna rağmen yazmaya çekinmekten falan olsaydı. Ama daha acıklı bazı sebeplerden yazmayı, en azından ortaya yazmayı, bıraktım bu ara.

İnsan neden yazar? Onu insanlara sormak lazım. “Can neden yazar?” sorusunun cevabı nispeten daha basit, en azından benim için öyle. Ben düşüncelerimi toplamak, organize etmek, özetlemek için yazmaya çalışıyorum. Bunu belki “ne düşündüğümü anlamaya çalışıyorum, yazarak” diye ifade etmek lazım. Zaten son haftaların, ayların sıkıntısı da burada. Bu ara düşündüğüm şeyleri düşünmekten hoşlanmıyorum. Ne ana fikirler, ne analizler, ne vardığım sonuçlar güzel değil hayat, zaman, geçen giden, gelip yaklaşmakta olan ve diğer bütün şeyler hakkında.

Okulda bir dönem benzer şekilde hissetmiştim. Hatta belki acıklı bir hatıra olarak; Bugüne kadar bozuştuğum, bir şekilde küstüğüm, muhtemelen önemli kısmında kabahatli tarafın ben olduğum bir sürü tartışmaya, kavgaya konu insan oldu. Hemen hemen hepsiyle bir şekilde barıştım. Çok önemli, en azından benim 22 yıldan sonra hala önem verdiğim ama barışma şansı bulamadığım ve muhtemelen bulamayacağım tek kişi oldu. O dönemdeki sevgilimin lise arkadaşıydı ve biz pek çok konuda uzun mesafeli, e-mail tabanlı bir dialog içindeydik; Hayat, politika, insanlar v.s. Bir gün ben aniden yazışmayı kestim. Kendisine “hayatın gerçeklerini çok fazla düşünüp anlamak zorunda kalıyorum sana yazarken” demiştim. Anladı mı bilmiyorum ama itiraz etmedi en azından.

Bu sıralarda da benzer bir durum var. Çok düşünüp, çok anlayıp, çok organize edince insan düşüncelerini, gördüklerinden çok hoşlanmıyor. Konuyu avamlaştırıp, basitleştirmek pahasına ekonomik sıkıntılar, kültürel yozlaşma, ahlak kavramının dejenere ve/veya kayıp hale gelmesi bir açıklama teşebbüsü olabilir. Ama değil, sıkıntı bu kadar basit değil. Belli bir hedef kitle gözetip sıkıntı bende/bizde/onlarda/sizlerde diye adres bulmak derdinde de değilim.

Tek bir “nispeten genel” çıkarım yapabiliyorum, o da basitçe çok genel bir “amaç yoksunluğu” yaşandığını görüyor olmam. Bunun nitelik kapsam ve sınırlarını net olarak görüp, anlayıp ifade etmek şu anda mümkün gelmiyor bana.

Dertleri kabullenmek ya da kabullenmemek

“Dertlerini unutmak” diye bir deyim ve ortak saplantımız var. Yaygın olarak bir şeyler var unutulmaya, gömülmeye çalışılan. Bana inanılmaz gelen, insanların o dertlerin yarın orada olmaya devam edeceklerini bile bile bugün için de olsa bunlardan uzaklaşmayı güzel bir şey saymaları. 

Bana bir sıkıntıyı unutup unutup yeniden hatırlamak daha zor ve rahatsızlık verici geliyor. Tabii kimsenin bu yaklaşımı paylaşmak zorunda olduğunu düşünmüyorum. Ama açıkçası görebilmek isterdim, mesela içki içerek, mesela bir eğlencede kendini dağıtarak, mesela bir futbol maçını hayatın en önemli olayı gibi görerek v.s. yarın sabah yine hayatın merkezine oturacak bir sıkıntıyı bugünlük unutmanın mantığını ve doğasını.

Bilmiyorum, belki mantık temelli düşünme alışkanlığının hayatımdaki yerinden, ama saçma geliyor açıkçası battaniyenin altına saklanıp yatak odasının kapısındaki canavardan kurtulmuş gibi yapmak.

Hayatın döngüleri üzerine

Belli kavramların döne döne karşımıza çıkması çok şaşırtıcı değil sanırım. Bu sonuçta hayatın doğası gereği. Ama ilginç, rahatsız edici, inanılmaz olan döne döne yaşadığımız günlerin, haftaların, ayların sonunda bir ders almadan başladığımız akılla yaşamaya devam etmemiz, bunu daha ötesi bir övünç vesilesi olarak görmemiz.

Beylik, hatta kahvehanelik felsefe soslu argümanları buraya taşımak istemiyorum. Uzun yazmanın faydasını görsem hayatım başka bir yolda olurdu zaten. Sadece belirgin bir noktayı vurgulamaya çalışıyorum. Adı konulabilir bir ortak endişe objesi olmadan, halk/millet/toplum olmanın ötesinde insanlık olarak bir amaç yoksunluğu çekiyoruz.

Belki alışılmış varsıl/yoksul ayrımı dışında bir boyuttan örnek vermek lazım. Yoksa, bizim burada yaşadığımız ekonomik yoksulluk, Amerika’daki kültürel yoksulluk, Avrupa’da güçlenen sıkıntı dolayısıyla yoksunluk gibi şeyler sadece her kitlenin kendi elinde azalan kaynaklarla ilgili kendine özgü verdiği tepkiler. Arkada ise aslında daha temel bir problem var gibi duruyor. 

Örnek olarak, şu nokta bugünlerde ilgimi çekiyor; İnsanlık tarihinde olmadığı kadar bol miktarda temiz suya erişimimiz var. Bunun sonucunda elde edilen “fayda” her zaman kısa sürede görülmez hale gelen adımlar halinde elde edilmiş, ev içinde akan su kaynağından, tuvaletlere, banyolara, içilebilir suya kolay erişimden yüzme havuzlarına, çim kaplı alanlara ve benzerlerine. Mesela çim alanlar ilginç. Başlangıçta soyluların, büyük bir arazi parçasını tarımsal hiç bir aktüel faydası olmayan bir bitki için sulayıp, gübreleyip çiftçi çalıştıracak kadar zengin olduklarını gösterme çabası ile doğan bir uygulama, sonunda fakirlik içinde debelenen alt katmanların üzerinde uyuması yasaklanan parklara kadar düşmüş. Önemli olan bu arada milyarlarca ton temiz veya işlenmiş suyun bu döngüden geçirilerek ziyan edilmiş olması. Yukarıda dediğim gibi uzatmak istesem, havuzlardan, araba yıkamadan, içme suyunda oluşturulan fiktif maliyetlere kadar girilecek çok konu var ama son planda, desen hep aynı.

Tabii su sadece bir örnek. Önemli olan toplumsal, hatta global olarak edinilen kazanımların bir süre sonra hem aktüel hem de görünür değerini kaybetmesi. Internet erişiminin son yirmi beş yılda kaybettiği değer de benzer bir örnek. Buna hem mali açıdan bakabiliriz, hem de içerik ve kullanımda ilerleyen değersizleşme açısından.

İnsanlık olarak her bulduğu oyuncakla kısa süre oynayıp sonra sıkılıp atan bebekler gibiyiz kollektif açıdan bakınca. İpleri bebeklerin ellerine bırakınca neler olduğunu görmek için, bugünlerde Amerika’ya bakmak fena fikir olmayabilir.

Geçmişten ve soğuk savaştan…

Bugün Bohemian Rhapsody’yi izledim. Filmin genel kalitesi bir yana, arada çok dolaylı bir hatırayı uyandırdı bende. Bir yerinde Hammer to Fall çalıyor, epey kısaca, ama o sırada;

"For we who grew up tall and proud
In the shadow of the Mushroom Cloud"

kısmını duydum tabii. Hep takılmışımdır buraya. Ölümün gölgesinde ve bilinçsiz bir gururla büyüdük gerçekten de.

Fotoğraftaki ben çocukken bütün Petkim çalışanlarına evlerine götürüp ailelerine okumaları, okutmaları için verilen sivil savunma kitabı. Amerikan basımı bir kitaptan tercüme. Bu kitabın dağıtıldığı dönemde (bizim eve 1972 ya da 73’de geldiğini sanıyorum) birincil saldırı bölgesinde olan Yarımca’da toplam araba sayısı iki elin parmakları kadarken, tahliye sırasındaki trafik sıkışıklığı durumunda yapılacakları, neredeyse Türkiye’de sayılı olan otomatik vitesli arabalar problem çıkarırsa nasıl şeyler yapılması gerektiğini v.s. anlatan bir kitapçık, tabii nükleer ve biyolojik saldırının bir sürü gerekli ama ölümcül detayı yanında.

Bu arada, birincil saldırı bölgesinin ne anlama geldiğini anlatmak gerektiğini sanıyorum. Efendim birincil saldırı bölgesi, ilk olarak havalanan dolayısıyla (başarıları sadece teorik ve aslında kendileri de pek ortada olmayan) savunma sistemlerinin engelleme şansının olmadığı nükleer silahların hedeflediği alan. Kuş uçuşu yirmi kilometrelik bir çevrede Donanma Komutanlığı, liman, tershane ve denizaltı siloları, ülkenin en büyük petrol rafinerisi, en büyük petrokimya fabrkası, askeri bir havaalanı, bir ICBM bataryası (lafta gizli) ile yaşayınca kıymetli hedef oluyor ortam…

Hayatımız, daha doğrusu ölümümüz, cildi süt beyazı olmayanları insan yerine koymayan, İrlandalıları bile ikinci sınıf insan diye nitelemeyi yeni bırakmış bir kültürden gelen birilerinin dünyanın öteki ucunda yapacakları minicik bir hataya bağlı sıramızı bekledik. Bu sırada, bütün dünyanın bizim korkumuzla titrediği anlatılıyordu okulda.

Bir sonuca varmalı mıyım burada? Aynı okulda bütün yazıların giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olması gerektiği anlatılmıştı, bir da ana fikir olması gerektiği. Ana fikir açık, giriş, gelişme ve sonuç da “ben buradayım” diye bağırıyorlar. Eh idare edelim, bir yan notla;
Doğru zamanı yaşamışım; Queen vardı, Live Aid’i canlı seyrettim, The Wall’un İngilizlere yaranmak için yasaklandığı günleri gördüm, bütün dünya bizden korku ve hayranlıkla bahsederken! İlginç zamanlardı gerçekten.

Görmek, farketmek

Ortaokula başladığım sırada Fransızca sınıfına alınmam dert olmuştu. “İngilizce geleceğin dili…” diye. İngilizce geleceğin dili olabilir ama Fransızca da geçmişin dili. Bu fotoğraf Kadıköy’de bir sokaktan. Hala üzerinde Fransızca yazılar olan malzemelerin kullanıldığı yerler var su şebekesinde. Kadıköy’de Osmanlı döneminden kalan Fransızca bir su sözleşmesi de görmüştüm.

Geçmişi bilmek, özümsemek, bir yerden sonra da geçmişin üzerine bugünü yaşadığını anlamak lazım.

. TR MOL