İstemek ile ummak arasında

Yazmak istediğim şey nedir? Neden yaşıyoruz, neden çalışıyoruz, neden toplum içinde, toplum için, toplumun kurallarıyla yaşıyoruz? Belki en önemlisi, neden sıradanlığımızı inkar etme çabası, sıradan bir ortak noktamız?

Bütün eğitim düzenimiz, bütün “hayata hazırlık” aşamalarımız, bütün toplumsal düzenimiz emek-fayda, sebep-sonuç, beklenti-tatmin gibi son aşamada ticari, son aşamada çıkarcı bir bakış açısıyla oluşmuş durumda. Genelde ufak şeylerden garip sonuçlar çıkarıyorum, toplumsal çıkarcılığımız da Tarlabaşı Bulvarının açılmasıyla ortadan kalkan Şişhane Çay Bahçesi’nden geldi aklıma.

Konuya bir açıdan bakınca, şehrin büyümesi, zenginleşmesi, kalabalıklaşması v.s. söz konusu. Bu durumda bölgenin eski bir Ceneviz kolonisi olduğu unutulmak bir yana, sıkıcı ders kitaplarında bir sayfanın altında görüp aldırılmayacak bir not haline geldi. İnsanların girildi mi çıkmak mümkün olmayan Taksim’den arabalarına atlayıp çıkabilmeleri, tarihten, dokudan, hatıralardan daha önemliydi.

Benim içinse hatıralar, ne sebeple olduğunu hatırlamasam da babamın elimden tutup götürdüğü; Çamlıca gazozunu, o eski, iğrenç, uzun süre şişede kalırsa erimeye başlayan kamışlarla içtiğim çay bahçesinin hatıraları daha kıymetli.

Belki gerçekleri üstünü örtmeden, süslemeden ifade etmek lazım. Görsel rahatlık sağlayan, geçmişin güzel günlerini hatırlatan şeyleri seviyoruz, insan olmak bunu getiriyor. Ne yazık ki herkesin “güzel hatıraları” kendine özgü ve çoğunluk bu kendine özgü olma halini kabullenemiyor. Ne Şişhane Çay Bahçesi’nin kabadayıları, ne Ortaköy’ün kahvehane kılıklı şarapçıları, ne Yeni Cami’nin harap dökük duvarları önündeki fakir ama güvercinleri unutmayan insanlar kaldı. Bir mucize olmuş ve Pandeli geri dönmüş ama ne annemle babam kaldı elimden tutup götürecek, ne babaannem her seferinde merdivenlerden şikayet edecek… Ama biliyorum bu saydıklarımı “eski İstanbul’un çirkinliklerinin işaretleri” sayıp ortadan kalkmasına memnun olanlar var. Hiç birine katılmam, ama suçlamam da. Samatya’ya sadece hastahanede tedavi olmak için gittilerse orayla ilgili güzel hatıraları yoksa tabii yolların genişleyip trafiğin hızlanmasını, sahil yolunun otoyol haline gelmesini severler. Ben de yıllarca Aşiyan’dan nefret ettim, dedemin mezarı dışında bir anlamı yokken benim için.

İnsanların yeşili, maviyi, eskiyi sevmemeleri beni rahatsız etmiyor. Ben de Tatavla’nın adının çalınmış olmasını, Ortaköy Dereboyu’ndaki derenin üstünün örtülmüş olmasını (ya ne sandınız, orada bir dere var, köşedeki hamamın dere suyunu kullanmak için inşa edilmiş olduğu. Sokağın adı yeterli ipucu değil mi!?!) sevmiyorum ama kabullendim, sonuçta hayatın gerçekleri. Beni rahatsız eden insanların kendilerinden farklı şeyleri sevenleri, insandan saymamaları, aşağı görmeleri.

Umduğumuz şey, mutlu olacağımız bir ortamda yaşamak. En azından ben kendi adıma bunu umduğum gibi, insanlar adına da aynı beklentideyim ve onların da bu hedefi paylaştıklarını hayal ediyorum. İstekler ise farklı, istediğimiz şeylerin büyük kısmı aslında, son planda bizi mutsuz edecek şeyler. Dolayısıyla istekler ve umutlar bir noktada çelişmeye başlıyor.

Geleceğe umutla bakmak

Gelecekten olumlu bir gelişme görmenin bugünlerde tek pratik yolu beklentileri olabildiğince düşürmek. Aşağıda bir paragraf haricinde yazacaklarım Türkiye hakkında değil.

Eğitim kalitesi düşüyor, indeksler, istatistikler bir şey ifade etmiyor, cehalet topluma hakim olduktan sonra, ne kadar MSc. diploması verildiğinin önemi yok, okunacak gazete kalmadığında, okunacak gazetelerde düzgün haber kalmadığında, okur yazarlık yüzdesi bir işe yaramıyor.

Ekonomik sistemler çöküyor, kapitalistler gelir dağılımının dengesizleşmesiyle, sosyalistler yükselen enflasyonla baş edemiyorlar. Pseudo-komünistler “tüketim toplumu” eğilimlerine karşı koymaya çalışıp, galiba başaramıyorlar.

Politik yapılar çürümeyle mücadele ediyorlar, ne kadar başarısız oldularını görmek için biraz kaliteli bir filtrelemeyle haber izleyip düşünmek lazım. Amerika’daki durum açık, İngiltere’de gücün politik odağı kendisiyle mücadele halinde hareket edemez durumda, Almanya kökende faşist oldukları gerçeğini unutmaya, unutturmaya çalışan politik yapılarla demokrasi beşiği kılığına girmeye çabalıyor.

Türkiye özelinde beni rahatsız eden temel nokta, yaşadığımız problemleri bize özgü, sınırlarımız içinde ve en acıklısı “bizim” değil “onların” kabahati sayarak debelenmemiz. Dünya’da probleme uyanmış, çözüm arayan insanlar var, Türkiye’de fetüs pozisyonu almış, kulaklarını tıkamış bir çoğunluk. Yoksa yaşadıklarımız başka partiye oy veren komşunun da, ya da bir başka partiye sempati besleyip politik olmayan konuları bile partici bakış açısıyla açıklayan kahvehane ya da bar silahşörlerinin kabahati değil.

Neyse bizden bir halt olmaz, ama buradaki “biz” bütün Dünya. Geleceğe umutla bakmak için bugünü görmek lazım. Bu da ortadan kaybolan bir yetenek.

Notlar alırken

Son günlerde dikkatimi çeken olumlu bir gelişme var. Herhangi bir bilimsel kritere dayanmadan (sonuçta istatistik notlarım gayet bilimsel bir şekilde 1.5’da zirve yapıyor, okul kayıtlarımda…) özellikle metroda gittikçe daha çok insanın kitap okuduğunu görüyorum. Aslında hatlara ve saatlere göre kitap okuma yüzdesi ilginç bir araştırma konusu olabilir. Nedense vapurlarda daha az kitap görüyorum, belki manzara daha çekici geliyordur.

Yalnız başka bir şeye takılıyorum; Metroda, orada, burada yazı yazan, not alan pek kimseyi görmüyorum, belki ders çalışan öğrenciler dışında. Bu nokta beni düşündürüyor, okumak ve yazmak acaba ne kadar bir paranın iki yüzü? Acaba bu iki aktivite ne kadar simetrik? Patrick Tilley Amtrak Wars’da yönetimin toplumu kontrol altında tutmak için sadece okumayı öğretip yazı yazmayı ayrıcalıklı sınıflara ve bilgisayarlara bıraktığını anlatıyor, büyük hikayenin küçük bir parçası olarak.

Gerçekte yazmak ve okumak, üretim ve tüketim faaliyetleri. Üretmeden tüketmek nasıl kolaysa yazmadan okumak da bir o kadar kolay. Bilgi ve yazı nitelikleri gereği üretim ve tüketimleri arasında miktar dengesi olmayan kavramlar, bir kere yazılan sonsuz kere okunabiliyor. Dolayısıyla bilgi akışının kontrolü açısından da sonsuz miktarda okuyan yerine, sınırlı sayıda yazanı kontrol etmek daha kolay.

Bugünlerde yazdıklarımı geri dönüp okudukça en sık gördüğüm şey, “bu ara hayat kötü, ama ne zaman iyiydi” ile “şikayet edenler değişiyor, dertler aynı” arasında gidip geliyor. Belki “olumsuz” odağımız bu sıralar fazla güçlü, benim bulabildiğim en “olumlu” bakış açısı aptallık ve iyimserlikleriyle meşhur bazı yabancı toplumların bile başlarını yerden kaldıramadıkları, yani bu geçirdiğimiz dönem her ne ise pek de yalnız olmadığımız şeklinde. Çok parlak değil…

Amaçlı ya da amaçsız, yaşamak

Rutin, belki dünya genelinde geçerli şekilde rutin, bir hayat akışı beklentisi var. Doğuyorsun, ailen toplumsal eğitime hazırlıyor, toplum seni bazı okullarda, ustalık çıkarlık ilişkisinde, orduda veya benzeri organize yapılarda eğitip “hayata” hazırlıyor, üretime katılıyorsun, üretiyorsun. Zaten doğduğundan beri tüketicisin, tercihen çok da bilincine varmadan tüketmeye devam ediyorsun. Üretime ve tüketime en büyük katkın olarak senden sonra gelen üretici/tüketiciyi üretiyorsun ve onu da aynı yola sokuyorsun. Thus goes the circle of life ad infinitum.

Bu düzenin gerek detaylarına, gerek ana akışına uymayan her tür yaklaşım, duruma göre radikal, sıra dışı, devrimci, manyak, çılgın, cesur (en kötüsü bu sanırım) benzeri bir sürü sıfatla sıfatlanıp, adlarla adlanıyor.

İnsanların sormayı öğrenmeleri ve cevaplamayı başarmaları gereken bir soru var. Bu cevabın da basma kalıp, öğrenilmiş, empoze edilmiş, yalan değil gerçek, kişiye ait olması lazım. Soru kolay:

“Hayatta amacın ne?”

Tanıdığım çocuk sahibi herkes hayatlarının büyük kısmını buna çocuklarıyla ilgili bir cevap vererek geçirdi, geçiriyor. “Çocuklarımı hayata hazırlamak”, “çocuğumun mürüvvetini görmek”, “torunlarımı sevmek”… Evli olup da ailelerinden torun baskısı, en azından sorusu görmeyen var mı? İnsanlar kapıldıkları düzeni çocuklarına da empoze ediyorlar, dolayısıyla düzenin devamlılığını garanti altına alıyorlar. Sincap kafesi dönmeye devam ediyor.

Ben gençken daha genelleşmiş bir cevabım vardı. “Öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum” diyordum. Bir yol çocuk sahibi olmak, ama benim kafamdaki araç çocuk sahibi olmak değil, başarılı olmak, sıra dışı bir şekilde/alanda başarılı olup kalabalığın içinde kalmamaktı. Bugün bulunduğum yerde görüyorum ki, nasıl çocuk sahibi olmak hatırlanmanın bir aracıysa, başarı da bir araç ve her ikisi de sınırlı bir zaman için etkili.

Soylu aile üyesi, hanedan mensubu değilse bir insan, sanırım büyükanne, büyükbaba seviyesinden sonra hatırlanmak ancak bazı ekstra tesadüflere bağlı. Ben 1882’de doğmuş ve görmediğim dedemin adını hatırlıyorum, 1908’de doğmuş babaannemi herhalde kolay kolay unutmam.

Başarı hanesinde sanırım durum daha kötü. Kendi geçmişimde olan ilklere, en büyüklere, en imkansızlara bakıyorum, yalnız başına başarı diye bir şey yok, o yolları beraber yürüdüğümüz insanlardan başka kimsenin yaptıklarımızı hatırladığını, dolayısıyla beni hatırlamaları için bahane olacağını sanmam.

Hayatta amacımız ne gerçekten? Sanırım iki ayrı yol var insanın önünde, ya amaçsızca nitrojen döngüsündeki rolümüzü tamamlayacağımız günü bekleyeceğiz, ya da bir amaç bulup, başarılı başarısız peşinde koşacağız.

Hayat ve diğeri

Hayatta değer verdiklerimin listesi uzun; Aşklar, dostlar, tanıdıklar, arkadaşlar, sevgililer, sevdicekler, platonik olanlar, platonik lafının etimolojisini gözü kapalı yazanlar, abiler, ablalar, ailenin her tarafından kuzenler, yeğenler ve türevleri, başka anne babadan abim, başka anne babadan kardeşlerim, ille de kediler, bazı köpüşler, ille de Tripod, bazı günler kendim. Annemin lafını edemem, babamı yirmi yıl olmuş görmeyeli, özlediyse de belli etmiyor rüyama girdiğinde.

Yaşamak, hayatta olmak, nefes almak, konuşmak, daha iyisi susmak, o nefesi saklamaktan sıkılmak.

Ama gün oluyor, diyorum ki kendime “ne vardı o kadar hızlı yüzecek, biraz sağa sola bakınsaydın ya”…

. TR MOL