Ne dilediğine dikkat etmek

Küçükken sık sık kafamın bir bilgisayar gibi çalışmasını isterdim. Gereksiz bilim-kurgu hayranlığından da değil, çok hızlı, genişletilebilir hafıza kapasiteli v.s. bir yaratık olmayı hayal etmiyordum. Mantığın hakim olduğu şekilde, amaç-metod-sonuç-yan faktörler çerçevesinde hayata bakmayı, bunun doğal hareket tarzım olmasını istiyordum. Çeşitli sebepler ve iç/dış etkilerle bu dileğime ulaşamamakla beraber, yolunda epey bir ilerledim. İyi mi kötü mü olduğunu tartışmayacağım bile. Hayatı basitçe iyi ve kötü diye (güzel, çirkin veya ileri, geri veya bizden, onlardan veya dost, düşman diye de olur) ikiye ayırmak insanların en büyük düşünsel tembelliği. Kuma bir çizgi çekip orası senin burası benim demekten farkı yok. Şu an için önemli olan nokta şu; Hayata bir metod çerçevesinde bakmak lazım. Verimliliği, sağlıklılığı tartışılsa da bir şekilde oldukça genç bir yaşta, nasıl bir rehberlik beni buna ittiyse, bir metod oturmuş kafamda. Şu anda aynı metodla geri dönüp bakınca bazı şeyleri anlamak beklediğimden kolay oluyor.

Belki konuya bir örnek vermek işe yarayabilir.

Sosyal ilişkilerin yönetiminde genelde bir ya da iki sorunun etrafında dönülür. En temelde “istek nedir” ve “fayda nedir” diye sorgulanır. Genelde gördüğüm şeye bir örnek vermek gerekirse, mesela çoğu insan “bir araba” istiyor, bunun “hızlı, rahat ve özgürce istediğim yerlere ulaşmak” şeklinde ifade edilmesini beklemiyoruz. Bunun nedenine girmek şu anda gereksiz geliyor, ama çok temel bir nokta ilginç; Kısa etiketlerle konuşmak ve düşünmek tercih ediliyor genelde. Oysa, insanların istedikleri şeyin ne olduğunu bilmektense, istedikleri şeyi neden istediklerini bilmek, derdini anlatmaya çalışanın da, anlamaya çalışanın da hayatını kolaylaştıracak bir noktaya getirirdi iki tarafı da. Burada yukarıdakilerden amaç ve metod devreye giriyor. Amaç konusunda ne kadar başarılı bir analiz yapılırsa, buna bağlı olarak metod konusunda o kadar başarılı olunuyor. Başarı derken düşündüğüm şey de üstünlük ya da ulviyet değil, sadece daha kolay, etkin, muhtemelen çabuk bir şekilde amaçtan sonuca geçişi sağlayacak yoldan bahsediyorum.

Açıkçası çocukken umduğum şeyin, günlük hayatta neyi, nasıl, neden yaptığımızla ilgili analitik yaklaşımı hayat biçimi haline getirmek olduğunu sanmıyorum. Zaten, her neredeyse, o ideal noktaya da ulaşamadım henüz. Ama düşünerek gelişen dileklerin sanırım anlamlı sonuçları olabiliyor.

Tabii bir de düşünmeden dilenen şeyler var. Onları yazmanın da sırası bir gün gelir belki…

Düşünceler, notlar, bazen takılıp kalanlar…

Düşünmek için kullanmamız gereken bir organı her gün yanımızda taşıyoruz. Nominal oksijen tüketiminin %20’si, enerji tüketiminin (doğal olarak) paralel şekilde %20-25 kadarı beyinde. Peki insanlar 1.3 kiloyu yanlarında taşıyıp bu kadar da besliyorlar da neden kullanmıyorlar?

Belki daha acıklı olan, düşünmenin gittikçe ayıplanacak, küçük, en azından gereksiz görülecek bir aktivite haline gelmiş olması. Bu nokta rahatsız edici hale gelmeye başladı bence. Tabii kimse “aman Türkiye’de birileri rahatsız olmuş, artık kafasını kullananlara iyi davranalım” demeyecek. Tarihe bakıp örnek bulmaya çalışıyorum; Benzer yaygın cehalet dönemleri var, ama genelde konu bilgiye erişimin güçlüğü dolayısıyla ortaya çıkmış. Bugünlerde ise bilgiye erişim aşırı kolaylaştığı için değeri kayboluyor.

Konu sadece genel olarak yaygınlaşan cehaletle sınırlı da değil. Ciddi bir de empati kaybı var. Herkes başka birinin kaybetmiş olduğu bilgi, görgü, geleneğe odaklanmış durumda. Kimse kendi eksiklerini görmek istemiyor. İçlerinden birine geçenlerde söylediğim ve inanmakta nedense zorlandığı üzere, çok dağınık ve temelde karşıt çevrelerden arkadaşlarım, dolayısıyla da genelde bir araya getirmem insanları. Gereksiz kapışmalarla, “ya ben ya o” hikayeleriyle yeterince uğraştım bugüne kadar. Genelde her taraftan insanın kendisinden olmayanlar hakkında doğru ve itiraz edilmesi çok mümkün olmayan olumsuz gözlemler yaptığı günlerdeyiz. Sorun şurada ki, bu problemleri bulan sağlam gözlem yeteneğini insanlar aynaya bakarken kullanmıyorlar.

Genelde bu bakış açısı yakın çevreyle sınırlı sanılıyor. Bizim partiden olanlar olmayanlar, sizin etnik gruptan olanlar olmayanlar. Konu o kadar sınırlı değil. Üç dört gün önce bir İran Azerisi, Şah dönemindeki hayat şartlarının Amerikan sömürgesi olmayı haklı çıkardığıyla ilgili argümanlarını kabul etmeyenlerin cehalet ve faşizmine saydırıyordu. Çocuğu severim ama nasıl anlatmalı? Daha ötesi anlatmaya çalışmaya hakkım var mı????

Özet olarak ortam parlak değil, iyiye doğru bir dönüşüm için potansiyel de göremedim henüz…

Well,

“There must be some kind of way outta here, said the joker…”

Anne

Ufacıkken bile anneler gününü sevmezdim. Prensip meselesi falan da değil. Benden beklemeyeceğiniz (belki de bekleyeceğiniz, bilemedim) kadar utangaç bir çocuk olarak anneme onu sevdiğimi söylemeye utanırdım. Babam da bir iki denemeden sonra “can çıkar, huy çıkmaz” dedi sanırım. Zaten küçükken en sık duyduğum laflardan biridir, genel olarak huysuzluğumla ilgili şüphe yoktu.

Çok zaman geçti gitti. Annemin kıymetini sonunda anladığımı sanmaya başlamışken, öyle olmadığını ancak bir sabah ofiste otururken telefon etsem açılmayacağını fark ettiğimde gördüm.

Annemin yaşlı fotoğraflarını sevmiyorum. Sanırım yaşayamadığı gençliğine özlemi bulaşmış bana da.

Ne gereksiz bir şey bu anneler günü….

Olumlu ve olumsuz bakış

Beş altı yıl öncesine kadar, birlikte çalıştığım aşırı baskıcı bir yöneticimiz vardı. Tarzı ve kendi fikirlerini çok sevmesi dolayısıyla da ortaya attığı çoğu akıllıca ama bazıları kelimeye yeni boyutlar katacak kadar saçma fikirlere hayran bir insan kitlesi etrafında gezerdi.

Bir eğitimi hatırlıyorum. Katılmayacak ama eğitim başlangıcına gelip eski tanıdığı olan eğitmeni şerefyab ederken bizi de motive edecek, en azından niyet bu. Bir sebeple takvimi yanlış okumuş, salona bir saat erken gelmiş. Üç beş kişi var tabii, erkenciler, uzaktan gelenler falan. Bir iltifat, bir takdir çalışanları. Haberi duyan da yukarı koşmuş. Neyse HR’dan beni aradılar, acele eğitim salonuna gideyim diye. Sallana sallana gittim. Herkes kapıya dönüp bana baktı. Yöneticimiz de, eğitmene “işte bu arkadaşımız da çok başarılıdır ama dakik değil” falan dedi. Halbuki malum, genelde 10 dakika önce randevumda olurum. Benim çenem durmaz tabii. “Eğitime daha yarım saat var, ama acil gel dediler, geldim” dedim. Tabii soruldu “arkadaşlar neden söylemiyorsunuz madem daha bir saat vardı ben geldiğimde” diye. Cevap yok, tahmin edileceği üzere. Neyse ben “Valla eğitimi organize eden HR bile cevap veremiyorsa, vardır bir hikmeti…” dedim, oturdum. O HR elemanının eski müdürü iyi arkadaşımdır, hala merak eder kızın adı her geçtiğinde neden söylendiğimi.

İşte bu yöneticimiz olumsuz görüşlerin yokluğundan bıkmış olacak, yeni bir fikir ortaya attığında tartışma ortamında birini “şeytanın avukatlığını” yapmakla görevlendirmeye başladı. Gerçi o şerefe hiç nail olmadım, nedense 😛 ama en azından tartışmalara kalite gelmeye başlamıştı.

Merak ediyorum bugünlerde hala birilerini “olumsuz” görüşleri ortaya atmak için görevlendirmesi gerekiyor mu diye? Ortam öyle bir hale geldi ki, artık birilerini “iki kelâm da olumlu görüş verin” diye görevlendirmek lazım. Akşam bir arkadaşımla oturuyorduk. Toplumun mevcut durumunda hiç bir olumlu yan bulmadık ya… Hani eskiden yalan da olsa memleket adına övünmek için “Dünya’da kendi yiyeceğini üretebilen (3|5|7) ülkeden biri” olduğumuz anlatılırdı. Bir kişinin de geri kalan (2|4|6) ülkeyi sayabildiğini görmedim bugüne kadar. Artık bu saçmalığı bile anlatacak halimiz kalmadı.

Toplum eskiden de cahildi. Gıda ürünlerinin Dünya politikasındaki yeri sadece iyi, demokratik, bizden olan Amerika’nın, kötü, diktatörlükle yönetilen, düşman Rusya’dan buğday alımı yapması dolayısıyla ve Amerika’yı anlayamamanın kıvranmalarıyla konuşulurdu. Daha acıklısı, Lübnan’daki çatışmalar hakkında TRT haberlerinde bir dönem ısrarla vurgulanan “sağcı Hristiyan güçlerle, solcu Müslüman güçlerin” çatışması lafı geçtikçe insanların yaşadığı iç çatışmalardı. Muhafazakarlar ve ilericiler kendi içlerinde ne tarafı tutacaklarını bilemeyip durdular yıllarca.

Buna rağmen bugüne göre bir avantajımız vardı sanırım, en azından cehalete dair bir bilinç vardı ve eğitimle bazı şeylerin aşılabileceği düşünülüyordu. Şu anda bu temel kavram aşınmış durumda, ve dün akşam konuşulduğu üzere, eğitimin faydasını anlatabilecek eğitimci de çok kalmadı artık. Seçim falan hikaye, şu anda Fikirtepe’den, Kurbağalıdere’ye dökülmüş sahile doğru ilerliyoruz…

Sonucunu bilerek mücadeleye girmek

Garip bir rüya gördüm birkaç gün önce. İş, okul, aşk herşey birbirine girmiş bir ortamda; Bir öğrencimin patronu, terfi etmesi için resim kursunu başarıyla tamamladığını ispat edecek bir resim yapmasını istiyordu. (Garip olduğunu söylemiştim…)

Resim öğretmeni, yapılan resmin bir yandan çok güzel ama öte yandan çok beklendik ve sıradan olduğunu söyleyip tualin köşesini yırtıyordu. Öğüt olarak da “İnsan sonucundan emin olarak mücadeleye girmemeli” diye bir laf ediyordu. Bu noktada uyanıp, lafı telefonuma not alıp yeniden uyudum…

Türkiye’de bu konuda ciddi bir sıkıntımız var. İnsanlar mücadele etmek, yarışmak istemiyorlar. Sonucu belli, tercihen de kolay çabalara girişip bunlardan muzaffer çıkmak marifet sayılıyor. Gazetelerde yazılan yalanları bir yana bırakırsak, fanatik futbol taraftarı olan pek çok insanın “başkan bu hakemi satın aldı” diye mutlu olmasının doğal olduğu bir ortamda yaşadığımızı unutmamak lazım, ya da “biz demokrasiyi bizim parti kazandığı sürece severiz” lafını.

Gel de toplum genelinin cesaret ve çalışkanlığı hakkında yorum yap  bir sonraki paragrafta. Özetini söyleyeyim, işten okula, spordan aşka her şeyde sağlam duvarlar arayan ve dolayısıyla bu duvarlardan, sağlama dayanmış popolardan vazgeçemeyen hayatlar yaşıyoruz.

. TR MOL