Kalıplar, görüntüler

Bu Ramazan iki kere önünden geçtiğim bir iftar sofrası oldu, eve yakın bir yerlerde. “Bu akşamın iftarı bilmem kim bey’in ikramıdır” falan yazıyor. Daha önce görmemiştim, dolayısıyla eğer yaygınsa da bu iki yüzlülük, ben gereksiz yere şaşırıp size bildiğiniz bir hikaye anlatıyorsam üzgünüm.

Kişileri değil de toplumu yargılamak gerekiyor sanki. Ne tür bir kalıp içinde düşünerek, temelde “iyilik” olması gereken bir hareket görüntüsü için yapılır? Bunu doğallaştıran toplumsal değişim nedir?

Ya geçenlerde gördüğüm teravihten video çekip yayınlayan insana ne demeli? Her şey bir yana, haydi “ibadet gösteriş için yapılmaz” falanı aştık, namazın arasında telefonu açıp kayda nasıl soktun, ben yürürken fotoğraf çekmekte zorlanıyorum?!

Valla, görüntüye dayalı yargılama yapan insanlardan bıkalı çok oluyor, onlar kendilerinden ne zaman bıkacaklar bilmiyorum. Kendilerini kime beğendirmeye çalışıyorlar bilmiyorum. Çocukluklarında nasıl bir travma yaşamışlar da bu kadar derin bir kabul görme açlığındalar onu da bilmiyorum. Asıl soru yukarıdaki tabii, bu insanları yetiştiren toplum nasıl düzelecek, işte onu hiç bilmiyorum.

Gerekli ya da gereksiz endişeler üzerine

Sadece dört kişi görmüş. Yatmadan önce kısa bir yazı yazdım, okul hakkında, özet olarak çocukların bizden daha iyi olduklarına dair. Saat kaçtı hatırlamıyorum ama herhalde bir ya da iki gibidir.

Sabah beşte bir sürü, bazılarının beni sevdiği zaten şüpheli, arkadaşımın “senin yüzünden oldu….” diye beni suçladıkları bir kâbusla uyandım. Ne, olanın ne olduğu açıktı, ne de kime ne olduğu. Klasik bir programcı gibi, rüyada kimi görmediğimden geri doğru bir çıkarım yaptım, sonra da kalkıp yazıyı sildim.

İd’den super-ego’ya bir yol var ama o yolu gecenin bir saati yürümek kötü oluyor.

Hayatın sıkıcılığı üzerine

Biz küçükken (gerçekten ben bir zamanlar küçüktüm, hatırlaması zor, inanması imkansız gibi geliyor) sık sık “akıl yaşta değil baştadır” atasözünü duyardık. Anlaşılan o ki, bu sözü söylemeyi çok seven toplum, duymaya veya duyduğundan bir şey anlamaya pek istekli değil. Marifet tabii, bir lafı papağan gibi tekrarlamakta değil, işitip, anlayıp, yorumlayıp, ders çıkarmakta.

Bazı insanların benden akıllı olduklarını, bazılarının ise olmadığını görüp, anlayalı çok oldu. Bu zordu aslında; Başkalarının benden akıllı olabileceğini kabullenecek kadar akıllı bir insan olmak zor ve zaman alan bir şey. Daha zoru benden akıllı olmayan (ve muhtemelen kendini herkesten akıllı sanan) insanları kabullenmek oldu.

Neyin sıkıcı olduğunu açıklamak lazım sanırım. Bir noktada insan şunu anlıyor: Her zaman ve her kritere göre bizden daha ileride ve daha geride başka insanlar olacak. Dolayısıyla, her kim olursak olalım, hangi şekilde ve çevrede yetişmiş olursak olalım, daha ötesi (ve kabullenilmesi zor olanı) her ne kadar kendimizi geliştirmiş olursak olalım, sonuçta şu veya bu şekilde “ortalama” olmaya devam edeceğiz. Bu, çabalarımızın boşuna olduğu anlamına gelmiyor. Bu, her zaman çabalamak, ilerlemek, gelişmek için gidecek yol olduğu anlamına geliyor.

Bu benim yorumum. Korkarım insanların birbirlerine burçlarından sonra ne zaman emekli olacaklarını sordukları tembellikteki bir toplumda, çoğunluk ne kadar çabalasa da “en üstün insan olamayacağı” gibi bir gerçeği kabullenebilir potansiyelde değil. Gittikçe düşen eğitim ve sosyal kalitemiz sayesinde çok sayıda prens ve prenses, şımartıldıkları evlerden, eğitilmedikleri okullara, oralardan da bir şeye yaramadıkları iş hayatına atlayıp duruyorlar.

Arada bir sürü de cevher çıkıyor, inanılmaz olgun insanlar gencinden yaşlısına etrafımızda dolaşıyor. Bunlardan tanıma şansına eriştiklerimde yaşlarından, sosyal, etnik ya da ekonomik kökenlerinden, akademik ve iş geçmişlerinden bağımsız kaliteli kişilikler görüyorum.

Sorun, ortalama olduğunu kabullenemeyen, ortalama insanların da bu sırada çoğalıyor olmasında. Yoksa yaşadığımız kalitesizliği neyle açıklayacağız? En bariz açıklama, cehaletinin farkında olmadan bir ufuktan diğer ufka gelmiş geçmiş en büyük bilge olduğunu sananlarla yaşıyor olmamız değil mi?

Sigara, duman ve hayat

Dün gece duman altında bir salonda, çoğunluğun sigara içtiği hızla içilmiş bir purodan sonra, babamı düşündüm, derdini anlatmaktansa duman altında düşünmeyi tercih eden adamı.  Bu konuda bana pek iyi örnek olamamış olmalı ki ondan çok konuşan biri olarak büyüdüm. Ondan çok, ondan iyi yazan biri olabildiğimi, olabileceğimi sanmıyorum, babası kitabet hocası olan ben değil oydu sonuçta.

Bugün, bir arkadaşım daha öğrendi, konuşmaya fırsat bulunamayan ne kadar çok konu kaldığını geride. Yarım satır beylik laf dışında bir şey söyleyemedim. Arasam çok miktarda laf bulunur da, faydası olmayacağını ben öğreneli çok oluyor, o da öğrenecek zaman içinde.

Hayat çok tatsız bazı günler… Bugün bir sürü insanla konuştum, yazıştım, haberleştim, nedense haberleşme kanallarım açıktı epeyce. Yüzümü güldüren bir tek kişi oldu, o da farkında mı bilmem.

Bu arada bütün bugünler dün olmuş, bütün dünler bir önceki gün. Gece bitmeden yatağı ziyaret etmek lazım…

Ne dilediğine dikkat etmek

Küçükken sık sık kafamın bir bilgisayar gibi çalışmasını isterdim. Gereksiz bilim-kurgu hayranlığından da değil, çok hızlı, genişletilebilir hafıza kapasiteli v.s. bir yaratık olmayı hayal etmiyordum. Mantığın hakim olduğu şekilde, amaç-metod-sonuç-yan faktörler çerçevesinde hayata bakmayı, bunun doğal hareket tarzım olmasını istiyordum. Çeşitli sebepler ve iç/dış etkilerle bu dileğime ulaşamamakla beraber, yolunda epey bir ilerledim. İyi mi kötü mü olduğunu tartışmayacağım bile. Hayatı basitçe iyi ve kötü diye (güzel, çirkin veya ileri, geri veya bizden, onlardan veya dost, düşman diye de olur) ikiye ayırmak insanların en büyük düşünsel tembelliği. Kuma bir çizgi çekip orası senin burası benim demekten farkı yok. Şu an için önemli olan nokta şu; Hayata bir metod çerçevesinde bakmak lazım. Verimliliği, sağlıklılığı tartışılsa da bir şekilde oldukça genç bir yaşta, nasıl bir rehberlik beni buna ittiyse, bir metod oturmuş kafamda. Şu anda aynı metodla geri dönüp bakınca bazı şeyleri anlamak beklediğimden kolay oluyor.

Belki konuya bir örnek vermek işe yarayabilir.

Sosyal ilişkilerin yönetiminde genelde bir ya da iki sorunun etrafında dönülür. En temelde “istek nedir” ve “fayda nedir” diye sorgulanır. Genelde gördüğüm şeye bir örnek vermek gerekirse, mesela çoğu insan “bir araba” istiyor, bunun “hızlı, rahat ve özgürce istediğim yerlere ulaşmak” şeklinde ifade edilmesini beklemiyoruz. Bunun nedenine girmek şu anda gereksiz geliyor, ama çok temel bir nokta ilginç; Kısa etiketlerle konuşmak ve düşünmek tercih ediliyor genelde. Oysa, insanların istedikleri şeyin ne olduğunu bilmektense, istedikleri şeyi neden istediklerini bilmek, derdini anlatmaya çalışanın da, anlamaya çalışanın da hayatını kolaylaştıracak bir noktaya getirirdi iki tarafı da. Burada yukarıdakilerden amaç ve metod devreye giriyor. Amaç konusunda ne kadar başarılı bir analiz yapılırsa, buna bağlı olarak metod konusunda o kadar başarılı olunuyor. Başarı derken düşündüğüm şey de üstünlük ya da ulviyet değil, sadece daha kolay, etkin, muhtemelen çabuk bir şekilde amaçtan sonuca geçişi sağlayacak yoldan bahsediyorum.

Açıkçası çocukken umduğum şeyin, günlük hayatta neyi, nasıl, neden yaptığımızla ilgili analitik yaklaşımı hayat biçimi haline getirmek olduğunu sanmıyorum. Zaten, her neredeyse, o ideal noktaya da ulaşamadım henüz. Ama düşünerek gelişen dileklerin sanırım anlamlı sonuçları olabiliyor.

Tabii bir de düşünmeden dilenen şeyler var. Onları yazmanın da sırası bir gün gelir belki…

. TR MOL