Kediler ve Onlar…

Enver abi’nin en sevdiğim sözleridir bunlar, tanıştığımız sırada “salaklaşmış bir hayran” halinde bakakalmama sebep olan;

.....Kapıda bulduğumda anlamıştım
Tanrı misafiri olduğunu
Bir sokak kedisine yakışmayacak
şeyler yapıyordu
Büyük bir travma yaşamış dedi veteriner
Kedi olduğunun farkında değil.
Hassiktir dedim
ömrümde bir kedi sevdim
o da farkında değil ....

Bir keresinde sıkıştırmaya çalıştım, “hangi iki ayaklı için yazıp da” kabahati kedilere yüklediğini anlattırmak için ama rahmetli sıkıştırılacak adam değildi. Ama malum, kedi neslinin intikamı sağlam oldu, “sen bizi böyle tanıtıyorsun madem…” diye.

Enver Ercan’ın sırları kendine kalsın, ben bana böyle hissettiren bütün hanımlara ithaf edeyim…

Sabahın notları

Saat dört, beş civarında kafam daha çok çalışıyor. Mesele program yazmak da olsa, memleketi kurtarmak da, oradan oraya zıplayarak farklı konuları değerlendirmek de, nispeten daha kolay geliyor.

Günlerdir kafama takılmış bir konu var. İnsanların başkalarına atfettikleri zekâ ile kendi zekâları arasında ortalama bölgede doğrusal bir ilişki var. Yani gerçek bir dahi ya da gerçek bir özürlü değilseniz, ve çevrenizin aptal olduğunu (sizden aptal diyelim) varsayıyorsanız büyük ölçüde siz de aptalsınız, veya çevrenizin akıllı olduğunu varsayıyorsanız, muhtemelen siz de akıllı birisiniz. Buradaki temel nokta aslında insanların normal şartlarda kendi benzerleriyle gruplaştıkları.  Dolayısıyla ardı arkası kesilmezmiş gibi görünen çevreden şikayetler ve küçümsemeler aslında kendinden memnun olmayı becerememenin sonucu.

Bu arada bayram kılıfı altındaki tatil çoğunluk için bitti. Gazete ya da televizyonla alakam pek yok ama, yine eve dönüş trafiğiyle ilgili basma kalıp haberler yapılmış, kaza, ölüm, yaralanma istatistikler ve Gebze’ye kadar uzayan kuyruklar verilmeye başlanmıştır sanırım. Geçmiş olsun, iki üç gün içinde ofiste yapılacak güneş kremi ve kazıkçı lokanta (ya da hangi pseudo English ismi kullanıyorlarsa…) muhabbetlerini bitirin de, herkesin şikayet ettiği ekonomiyi düzeltmeye çalışmaya başlayalım, yattığı yerden olmuyor pek.

Neyse, benim sorulacak tarafım pek yok, Toplamda dört beş çok kıymetli insan üşenmeyip ayağıma geldiler de evden çıkmamı sağladılar, evin sıcağından kaçıp parkta çalışma çabalarımı ve yürüyüşe çıkıp ortamın garipliğinden oturmadan Kadıköy’den döndüğüm yürüyüşü saymazsak. Ha bir de toplantım oldu arada… Ama epey bir program yazdım sanırım, çok parça parça da olsa. Alfa bile olmayan bir iş artık Beta adayı oldu v.s.

Konulardan konulara zıplamak demişken; Panel ekranlarda ön yüzden foton emisyonuyla harcanan enerjinin soğumaya katkısı hakkında bir araştırma, yazı bilen var mı? Geceden beri aklıma takıldı. Hayrettin abiyi ya da Murat’ı arayıp sorsam azıcık(!) garip kaçacaktı. Bulduğum yazılar ya genel termodinamik hakkında ya da uzay araçları başta olmak üzere vakumda radyasyon emisyonu ile transfer hakkında…

İşte öyle. Bu saatte de yatılmaz artık, geceyi yedim yine…

Hatıralar üzerine

Bir bayram gününden

Nasıl tanımladığınıza bağlı olarak “arşivi kuvvetli biri” ile “çöpçü” arasında bir sıfatı bana uygun görebilirsiniz. Dün gece bir zamanlama hatası yapıp yatmadan (hah!) önce eski defterleri karıştırdım. Söz cambazlığı da yapmıyorum. Kitaplıkta boş defterlerle dolu defterlerin birbirlerine karışmış halde durduğunu fark edip, onları düzeltmeye kalktım.

Arada çıkan zeytinyağlı karides dolması tarifinden, sevgilinin saçından çalınmış kuru çiçeğe kadar bir sürü unutulması gereken şeyin yanında, öyle ya da böyle canımı yakmış bir sürü hatırlanması gereken şey de yerlere saçıldı (tamam, burada abartmış olabilirim, hiç bir şey saçılmadı, her şey kontrol altındaydı). Hepsi elden geçti, düzenlendi çöpe gidecekler ayrıldı, falan filan.

Daha önce gece yarısından sonra çöpe bir şeyler attığımda komşuların -haklı olarak, ne de olsa Amerikan kültürel emperyalizmi altındayız- garip karşıladığını bildiğimden çıkanlar henüz evde, ama bir iki saate kadar uçarak çöpe gidecek bulduklarımın çoğu.

Bayramın hatıraları karıştırıp, kaşıyıp canlandırmasını sevmiyorum. Yoksa “bugün” değil beni iten bayramlar hakkında. Ama hatıralar yok mu ya?

Hayatı basitçe açıklamak ya da bayramı anlamak için rehber

Hayatı kolayca anlaşılabilecek basitliğe indirgeyerek anlatmak zor iş. Aynı şey bayram için de geçerli. Her yıl en az iki, genelde dört beş kere konusu açıldığı üzere bayramları sevmiyorum.

Öncelikle en bariz noktadan başlarsak bayramları sevmememin işin dini, milli, geleneksel taraflarıyla ya da bu bayrama özel olarak hayvanları insanlardan çok sevmemle (ki öyle, şüpheniz mi vardı yoksa?) ilgisi yok.

Hayvanlardan başlarsak; Kedileri, köpekleri, mini mini kuzuları çok sevmem, hayvansal proteinden kaçınmam için gerekçe değil. Her ne kadar bu akşam yeterince vaktim olsa da yazmak için, vejetaryenleri hele veganları insan biyolojisinin doğal akışı konusunda ikna etmeye çalışmanın, anti-vejetaryenleri insanlara saygı göstermek konusunda eğitmeye çalışmak kadar zor olduğunu göreli çok oldu. İki taraf da kendi haline bakabilir. Ben o arada et yemeye devam ediyor olacağım, güzel plastik bir pakette ya da kendi ayakları üzerinde yürüyerek gelmesinin sonucu çok değiştirmediğinin bilincinde olarak. Her ne kadar, kurban bayramlarında sık sık yaşanan salaklık kaynaklı ve gereksiz derecede haberleştirilen, hayvanların zaten zor olan durumunu daha da acıklı hale getiren olaylar rahatsız edici olsa da, toplumda mevcut “ne iş olsa yaparız” kültürünün bir uzantısı bu da sonuçta.

Öte yandan bir diğer konu olarak, bayramların “bayram” niteliği ne kadar kaldı o da tartışmaya çok açık. Kapitalizmin üstümüze çöktüğü bir devirde, geçen Cuma mesai bitimi itibarıyla Bodrum trafiği kilitlenmeye başlıyorsa, ya ekonomi çok iyi ve herkesin annesi babası emekliliklerini Muğla ve Antalya’nın sahil yerleşimlerinde geçiriyor ya da toplu olarak tatile çıkıyoruz, konu bayram falan değil. Tabii “büyük” şirketlerin bilançolarına destek olmak üzere çalışanlarını zorla bir hatta iki hafta izne göndermesi, ve özlük haklarının bu şekilde gaspından mutlu olan çalışan kitlesi ayrı bir hikaye. Bayramın ne olduğundan haberi olmamak doğal durum artık. Bir zamanlar şakası yapılırdı, artık o bile kalmadı, gazetelerde cahil muhabirlerin “bu sene hac dönemi Kurban Bayramına rastladı” diye haber  geçmeleri.

“Nerede o güzel ve eski bayramlar”, hikayesi ayrı bir acıklı durum. Uyduruk Anamur muzlarının yılda bir kere eve girdiği yılbaşı kutlamaları nereye gittiyse o eski bayramlar da aynı yerdeler. Hayat değişiyor, zaman geçiyor ve bunun getirdiği doğal dönüşümü göremeyecek kadar rutine gömülmüş insanlar ancak bayramlarda, yılbaşında ve benzeri noktalarda geri dönüp hayata bakıyorlar.

Neyse özet olarak, kavramsal olarak bayramınızı kutluyorum. Ama bunun yanında mutluluk pompalamak, gülücükler saçmak, tatil eğlencesini bayram neşesiyle karıştırmak gibi saçmalıklar yapamayacağım. Aynı şekilde yılda bir kere otomatiğe bağlayarak, insanların inançlarına bayram soslu hayvan hakları savunuculuğu bahanesiyle hakaret edenlerin tarafında da olmayacağım.

Kendinize iyi bakın, ha bu arada açık değilse, bu sene için bayram tebrikim yukarıdaki…

Kim bu konuşan

Bir insana sorulabilecek en temel sorular “sen kimsin” ya da “kendini tanımla” ve bunların varyantları. Belki daha zor olanı “ben kimim” sorusuna cevap bulmak. Önemli olan, belki çarpıcı olan noktalardan biri şu ki, insan ne kadar kimliği üzerine düşünmüş, buna zaman harcamış, kafa yormuşsa, sorunun cevabı o kadar zorlaşıyor, daha zor ifade edilir, daha anlaşılması zor, daha ilginç ve beklenmedik hal alır oluyor.

İlk aşamada, giriş seviyesinde diyelim, insanlar kendilerini başkalarının empoze ettikleri nitelik ve/veya isimlerle tanımlıyorlar. Bu “hayatın başlangıcında” normal aslında. Bir çocuğun, kendi kimliğini oluşturmaya yetecek olgunluğa ulaşmasından çok önce, ailesi, çevresi, komşuları ve okulu milli, dini, sosyal, cinsel etiketleri üstüne yapıştırmaya başlıyor. Kişi tembel ya da yetersizse üzerine yapışmış etiketlerden en kolay kullanılan, en faydalı olan, en kabul göreni alıp kullanmaktan başka bir şey yapmasına gerek yok.

Bir sonraki aşamada genelde isyanla, tepkiyle, duruma göre intikam veya nefretle doğan ve nasıl gerekçelendirildiğinden çok kalıcı olup olmadığı beni ilgilendiren kişinin kendine bulduğu ilk kimlik geliyor. Buradaki tepkisellik gördüğüm kadarıyla ortak nokta gibi duruyor. Aileye, okula, topluma, ezen ya da ezilen kitlenin mensubu olarak “karşı” tarafa duyulan tepkiler kişilerin, genelde gençlerin, kimliklerini tanımlama çabasında temel kriter oluyor.

Herkesin geçemediği üçüncü aşamada insanlar geriye dönüp, topluma, kendilerine, hayatın getirip götürdüklerine bakıp, kendilerini anlama çabalarının bir parçası olarak kim olduklarını tanımlamaya başlıyorlar. Bu aşamada nispeten kaliteli, genelde zaman içinde değişen -belki dinamik demeli- kimlik tanımları ortaya çıkıyor.

Kolayına kaçarak, politik örnekler vermek gerekirse;

  • Birinci aşamada “bizim bütün aile XYP’yi tutar, hep onlara oy veririz”
  • İkinci aşamada “ben solcu/sağcı/ilerici/muhafazakar görüşteyim”
  • Üçüncü aşamada “askeri harcamaların, milli eğitim harcamalarına oranı hakkında şunu/bunu/onu düşünüyorum”

Örnekleri neden bu kadar yuvarlak bıraktığım açık tabii, umarım…

Uzun süre, en acıklı ve acınası kimlik tanımının bir topun etrafında koşan 22 kişiyi seyretmekten heyecanlanan insan kitlesinden çıkan fanatikler olduğunu düşündüm. Sonra bir gün biri “futbolcular cahil olur, basket oyuncuları hep üniversite mezunu” dedi. Takım fanatizmini bir kenara bıraktım, spor fanatizmini haklı gösterecek hiç bir gerekçe bulamayıp oyuncuların sahadaki fonksiyonlarıyla herhangi bir ilgisi olmayan üniversite eğitimlerini öne sürmek… Demek istiyorum ki, kendini futbol taraftarlığıyla tanımlamaktan da acıklısı var. Açıkçası bu bana Türkiye’de politik/dini/etnik/bölgesel/sportif/mesleki ve her tür mümkün olan yobazlığın neden bu kadar köklü olduğunu bir noktaya kadar açıklıyor. Herkesin kendi grup/kimlik aidiyetinden olmayan insanların “neden ikinci sınıf” olduklarını açıklayacak bir sürü sentetik bahanesi var.

Temel problem zaten bu noktada; Çoğunluk “ben” dışında zamirler kullanarak kimliğini oluşturup, tanımlayıp, açıklamaya çalışıyor. Bu kadar çok “ben” demekten zevk alan bir toplumun, kimliğini ifade ederken dedesi, babası, dayısı, okulu, futbol takımı ve benzeri kriterlere gömülmesi acıklı.

. TR MOL