Saklamaya çalışarak insani tarafları

Daha üç gün olsa da gelmesine, kutlanması gereken, mutlu olmasa da kutlu bir doğumu hatırlamak zorundayım.

Sevmek ayıp, söylemek zayıflık, itiraf etmek kabahatin kendinden daha kötüyken… İnsanları tanımak, arkadaş edinmek, dostluk kurmak, karşılıklı çıkar ilişkisinin kibarlaşmış haliyken…

Her ne kadar umut kalmamış, fırsatlar tükenmiş, bilenler unutmuş, hatırlayanlar üstünü örtmüş olsa da, Her ne kadar toplumun kriterleri şahsi kriterlerin önüne geçmiş olsa da. Her ne kadar unutmaya çabalayarak sayısı unutulmuş aylar geçse de.

Sanırım mutsuzluğunu sevmek kadar tehlikeli bir şey yokmuş… Varken mutsuz, mutsuzken sevgili. Yokken mutsuz, mutsuzken… Hem hiçbir şey hem her şey.

Öyle işte, herhalde aramam; Unutmuşum sanacak kadar vefasız, vefasız sanacak kadar unutkan olunca sevdanın objesi; Kul ne yapsa yaranamayacağına inanmışken, tıpkı bir araba kazasına giderken bütün olacakları görüp hiç birine engel olamamak gibi ne yapsan bir şeye yaramayacakken.

Geleceğe hazırlık…

Meslek hastalığı olarak, dünyayı bırakıp gidenlerin arkalarında kalan hesapları beni hep rahatsız etti. Bir iki yıl önce kaybettiğimiz bir hocamın son işinde 10. yılını kutlamam için mesaj alınca geçen gün, yine aklıma takıldı bu konu.

Google’ın bir hizmeti varmış, uzun süre hesap kullanılmazsa ve kullanıcı gerekli hazırlığı zamanında yapmışsa, hesabı vekil tanımlanan birine konuyla ilgili bir vasiyet mesajıyla beraber aktarıp özel bir statüye çekiyor, mail atanlara da bir “ofis dışı” mesajı, aslında “hayat dışı” tabii, gönderiliyor.

Bu aralar ölmeyi pek düşünmüyorum, ama insanlar genelde düşünmezken ölüyorlar, tedbiri almak lazım bence… Tabii insanın arkada bırakacak serveti, hanları hamamları olmayınca, neyi kime miras bırakacağını düşünmemiş oluyor. 15-20 saniye sürdü, yaşarken inandıramadığımı, belki öldükten sonra inandırabileceğimi bulmak. Sanırım kültürel bir şey bu, dünyadan kopamayıp, giderken, gittikten sonra, burada yaşadığımız dertleri arkadan da olsa çözmeyi ummak.

Uzun yazmaktan kaçınmak

Bu sıralar gittikçe seyrek ve olabildiğince kısa yazıyorum. Bu çok bilinçli ya da amaçlı bir tercih değil. İnanılmaz şekilde depresyonda değilim, ortam şartlarını düşünürsek. Ama “bir şeyleri anlatmak” hele hele “detaylandırmak hayatın sırları hakkında yumurtladığım cevherleri” içimden gelmiyor. Sıkılıyorum ders verir gibi yazıları okumaktan, konuşmaları dinlemekten, dolayısıyla bunların benzerlerini yazmak, aynı sıkıcılıkta materyal üretmek de istemiyorum.

Şans eseri; Dün akşam iki arkadaşımla oturduk, memleketi kurtardık, çay, kola ve bira masasında. Amacımız ne “içmeden oturarak protestoda bulunmaktı” ne de “memleketi kurtarmak” aslında, masada rakı da olsa muhabbet aynı olurdu muhtemelen. Önemli olan şu; Konuşmaya, sohbete, lafı uzatıp dolaştırmaya gelince yetenek ve enerjim aslında yerinde. Yazarken çok daha kısa gidiyor olmamın arkasında sanırım işin “dökümantasyon” kısmı. Son derece ağır arşivci biri olarak, yaşadığımız günlerin yazılı hatıralarını saklamak istemiyorum, en azından detaylı olarak…

Umarım uzun uzun yazmanın güzel hissettirdiği günler gelir.

Notlar almak ve unutmak

Raflar, defterler, çantalar, diskler dolduracak kadar notu saklamışım sağda solda. Neden not aldığımı sorduruyor bana, organizasyon notlarım ve not gruplarını organize ettiğim meta-notlar ve yakında ortaya çıkacak meta-notların meta-meta-notları. Bütün bunlar yaşlandıkça farklılaşan düşünce yapısı hakkında tarihçe ve içinden ancak benim çıkabileceğim bir deliller örgüsü oluşturuyor artık.

Bazı notlar unutacağımdan korktuğum şeyleri hatırlamak için. Bazı notlar ise düşünmekten sıkıldığım şeyleri paketleyip kaldırmak için. Bazı notlar saflıkla alınmış, bir gün bana ders olsun diye, ve gömülüp kalmış bir yığın defterin altında, adını bie zor hatırladığım insanlar, şirketler, binalar hakkında kendi kendimi uyarmaya çalıştığım zamanlardan.

Asıl olan noktayı anlamam zaman aldı, kabullenmek de. İnsanın süregelen sessiz bir monoloğu var, bu monoloğun kaydedilmesi de, paylaşılması da, bir dialoğa dönüştürülmesi de, aslında gereksiz olmakla beraber, kendini beğenmişliğimizin, kendini anlatma ihtiyacımızın ve benzeri kibir temelli ihtiyaçlarımızın sonucu.

Yukarıdaki paragrafın benim açımdan en acıklı kısmı ise, belki bir “not” olarak; Açıkçası “kibir” bence tam doğru kelime değil, ama yazarken aklıma asıl gelen kelime olan “vanity” için bulduğum, bazıları bence tamamıyla yanlış olan, diğer tercümeler “gurur”, “gösteriş”, “hava”, “makyaj masası”, “değersizlik”, “boşunalık” ve “kurum” olunca, aralarında en uygunu “kibir” bana kaldı. Böyle anlarda babamı arıyorum, aklıma hiç gelmeyecek çok uygun bir laf bulup önerirdi herhalde.

Hatırlanmak bir gün

Bir gün bakıyorsun, nasihat almanın tek yolu “acaba hayatta olsa ne tavsiye ederdi” diye hayal etmene kalmış. Bir bakıyorsun, inanamıyorsun senin için taşıdığı yükleri bir teşekkür beklemeden ve görmeden sırtladığına. Bir gün defteri dürüp gidiyor, ve bakıyorsun hayatta adını duymadığın insanlar gelip sana babanı ve yaptıklarını anlatıyor, hiç tanımadığın bir adam daha yaşıyormuş aslında, her akşam sesini çıkarmadan sigarasını içen adamın vücudunda…

Ben babamı hep elinde sigarasıyla hatırlıyorum, o sigaralar bahanesi oldu bir gün. Hep derdi “sigara içenlerin yüzde bilmem kaçı ölüyormuş, içmeyenlerin hepsi ölüyor” diye. Haklıymış, ama haklı olduğunu anlayacak kadar büyüdüğümü göremedi işte…

Amsterdam’da mutlu insanlar

Bu fotoğraf geçenlerde annemin eşyalarından çıktı, yanında babamın fotoğrafı olarak bu varmış. Ben doğmadan dört yıl önce Amsterdam’da, çocuksuz, dertsiz, mutlu ve elinde sigarasıyla…

Yirmi bir yıl olmuş, yirmi bir yıldır kendime üzülmeye devam ediyorum. Sonuçta babam hayatını doğru ve güzel yaşadı, bir tek eve kedi alamadığına çok dertlenirdi. Onun alamadığı kedilerin yerine ben alıyorum evime bu çatlakları artık… Tabii kediler hatırlamıyor insanları, biz hatırlıyoruz da bilmiyorum, bizi hatırlayan kalacak mı günün birinde.

. TR MOL