Etiket tabela falan…

Bu aslında 2019’dan bir yazı. Son zamanlarda olan çeşitli olaylar, bazı konuşmalar v.s. derken 2024 sonunda epey bir elden geçirmem gerekti. Tabii temel gerçek hep ortada ama zaman içinde örnekler, tecrübeler v.s. ekleniyor, bazı edilecek küfürler yutuluyor, iltifatlar erteleniyor…

Düzelme umudu olmadığını bilerek, burada yazdıklarımın “kalıcı” olmadığını bilerek, aslında insanlığın ve insanlığımızın ve toplumun ve kitlenin ve bir araya gelmişlerin pek değişmeyeceğini bilerek…

Sanayi devriminin acıklı bir sonucu var. Normalde yavaş yavaş, farkına varılmayacak hızla değişip gelişen toplumlarda yaşayacak şekilde evrimleşmiş insanlar. Ama, son iki yüz elli yıldır, inanılmaz bir hızla değişen ve değişme hızı da gittikçe artan bir sosyal ortamda yaşıyoruz. Uzun süredir beni rahatsız eden, etiketlere bağımlı hayat bakışının kaynağının bu olduğunu düşünmeye başladım. Hiç bir anlamı olmasa da, ya da anlamı dejenere olmuş olsa da, ya da benimsemiş kitle etiketin ne anlama geldiğini unutmuş olsa da insanlar olabildiğince geçmişten gelen, hatta geçmişi yalan bile olsa farketmeyen şekilde, kendilerine değişimin dışında kalmış, köklü kimlikler arıyorlar. Bunu, kitabını okumadığı inanca sahip olduğunu düşünenlerden, kendine “kadim ve kabul edilmiş…” diyen topluluklara ısrarla ve tercihen yine herhangi bir kitap okumadan dahil olmaya çalışanlara kadar, farklı insan tiplerinde görmek mümkün.

İnsanlar ne kendilerinden memnunlar, ne toplumdan, ne bulundukları sosyal gruplardan ne de politik yapılardan. Belki kabahati içselleştirebilseler ve “başkaları ne hata yaptı” yerine “ben neyi düzeltebilirim” diye baksalar bazı olumlu gelişmeler olacak ama bu yaklaşım pek de moda görünmüyor bu aralar.

Bu yazdıklarımı Türkiye özelinde yazıyor olmak isterdim, en azından, aralarında kıymet verdiğim insanlar da olan bazı tanıdıklarımın “kaçıp kurtulma” hayallerini yıkmaya çalışıyor gibi durmazdım. Ama dünyada “iyi” durumda olan, ya da bugünü dünden kötü olmayan ülke, toplum kalmadı gibi. Bunun detayına girmek belki faydalı ama bir yandan da gereksiz, çünkü sonuçta “etiket” ne olursa olsun hepimiz insanız, bizim gibi olmayanları insandan saymamak gibi bir alışkanlığımız olsa da. Dolayısıyla benzer problemler her yerde, benzer trendle gelişiyor, sürüyor, kapıya asılan tabeladan bağımsız olarak.

Tabii bir de resmileşmiş ve standardize edilmiş etiketler var hayatımızda iki üç genel (?!) kabul görmüş kaynak ya da otoriteye dayalı. Çok basitçe diplomalar ile gelen etiketler, iş ve para ile gelen etiketler ve sosyal imaj, şöhret v.s. ile gelenler diye bakabiliriz. Bu da demek oluyor ki; Son planda hikmeti kendinden menkul bir sistem “bu bizden” derse, ne kadar “onlardan” olduğunuza göre akademik etiketiniz oluyor. İnsanların saygısını satın alacak kadar para ya da kariyer yaparsanız, o paranın miktar ve kaynağına, kariyerin niteliğine göre bir etiketiniz oluyor. Ya da en basiti bir grup genç insan sosyal medyada, ya da bir grup yaşlı insan CRR’de sizin “iyi” olduğunuza karar verirse bir etiket sahibi oluyorsunuz.

Tabii benim diplomamı veren okulda, doçentlik jürisi için “bu kulübe girmeye uygun mu” diye sorulduğunu adaydan değil de jüriden duymuş olmam, diplomaya saygımı öldüreli çok oldu. Sanırım 28 yılda bir şey iyiye doğru gitmemiştir. Zaten okulun hali malum…

Büyüdüğüm köyün en “saygın iş adamı” 1980 öncesinin önemli uyuşturucu kaçakçılarındandı. Çok da hayırsever ve düzgün bir adamdı ve mallarının köyde satılmasını yasaklayarak 36.000 kişilik bir halkı koruyordu. Yine de “saygın iş adamı” değildi ya…

Kendisini çok batırmadan; Şahsen tanıdığım tek “meşhur şarkıcı”nın acayip (öyle böyle değil ama) detone olduğunu nedense tek fark eden bendim. Ama bunu söylediğim herkes “aaaa doğru” dışında bir şey söyleyemedi bugüne kadar. Burada etiket, gerçeğin üstünü yorgan gibi örtmüş…

Eskiden “böyle gelmiş böyle gider” lafını çok duyardım, kötü bir durumu açıklamak için. Bu bile kendi başına ciddi bir aymazlık göstergesi, geldiği gibi gitmiyor, sorun orada, toplumlar adapte olamıyorlar değişime. Ve etiketlerle, hamasetle kendilerini avutuyor insanlar.

Bazen Yürümek de İşe Yaramıyor

Bugünlerde aslında önemli bir dönüm noktası yaşıyoruz. Konu basitçe seçim değil, ama geçen seçim belirgin bir işaret noktası oldu.

Ne kadarı tembellikten, ne kadarı değişiklik korkusundan bilmiyorum. Yıllarca okulda ve profesyonel hayatta sürekli gördüğüm bir şey var. Toplumumuz işleri ertelemek için bahane geliştirmekte yetenekli ve bu konu muhtemelen toplumsal uyumun en yüksek olduğu alan; Ramazan’da iş yapılmayacağına, bayramlarda ve öncesindeki ve sonrasındaki hafta iş yapılmayacağına, seçimlerin önlerindeki 3-6 aylık dönemle beraber “ne olacağını görelim bakalım” dönemi olduğuna dair mutabakat başka hiç bir konuda olmadığı kadar güçlü.

Ne yazık ki henüz atlatamadığımız bir bayram daha yolda olsa da ana fikir olarak yılbaşından beri biriktirdiğimiz iş yapmama bahanelerinin tamamına yakınını üst üste bitirdik. Dolayısıyla bir anda “bu iş niye yapılmıyor” sorusuna verecek konserve cevaplarımız toplumca çok zayıfladı, tükendi bile denebilir.

Buradan, yürümenin neden işe yaramadığına gelirsek; Bugün, derin düşüncelere dalmış şekilde epey bir yürüdüm. Hem kendi işlerimin, hem de toplum genelinde bizi etkileyen işlerin ne kadarı gerçekten sadece beklemedeydi, ne kadarı aslında yürüyemeyecek halde de bahanelerin arkasına saklanıyordu onu düşündüm. Ama ana fikir olarak düşündüğümle ve yürüdüğümle kaldım denebilir, ortada sonuç yok. Eh ben de düşünmeyi bahane edip 10 km.’den fazla yürüdüm, en azından sınırlı bir fayda sağlanmış oldu yani.

Belki düşünmesem, herkes gibi yapsam daha sağlıklı olacak, ama bunca zamandan sonra beynimin bazı kısımlarını lobotomi ile devreden çıkarmam lazım, o da çok akıllıca değil. Gerçekten kısa süre sonra nelerin tembellikten, nelerin gerçekten problemler aşılamadığından yürümediğini herkes kendi çevresinde ve biz toplumsal olarak mecburen göreceğiz. Bakalım resim nasıl çıkacak.

Hatırlamak adına

Dün ilginç bir şey oldu. 🙂 Seçimden bahsetmiyorum, o malum, tarih kitaplarına en azından alt yazı olacak bir gündü, o bir yana… Dün aklıma takıldı, seçim yasakları kalksın diye beklerken, acaba önceki seçimlerde ne düşünmüşüm, yapmışım diye.

Uzun süre “okuyanlar beni zaten , belki benden iyi, biliyor” diye bir noktanın etrafında dolandım. Dolayısıyla yazmak gereksizdi, dolayısıyla nasılsa peşinde koştuğum şöhret, “ben bunları yazmıştım” diye övüneceğim ya da birine yaranacağım bir durum yoktu v.s. v.s. Yazmadım, “içinden gelmeden yazılmaz” diye, “okuyan anlamaz” diye, “anlayan bilmez” diye, “bilen zaten biliyor” diye, “kısa yazmayı seviyorsun sonra arkadan bir de açıklama yazman gerekiyor” diye. Sonuçta ortak kültürümüzün en temel özelliklerinden biri iş yapmamak için bahane bulma yeteneği…

Neyse, eski yazdığım bazı yazıları kurcalayınca, aradan benim için hatırlanmaya değer şeyler çıktı. Dolayısıyla aslında yıllardır defterlere, mektuplara, sevdalarımın kulaklarına, hatta Hisarüstü’ndeki evin duvarlarına aldığım notların temel amacını hatırladım dün. Ben notlarımı kendime alıyorum, “kim okursa okusun” demekle “ille başkaları okusun” demek arasında önemli fark var.

Bu durumda, düne özel ne kaldı diye dönüp bakıyorum… İçimden gelmiyor çok detay vermek aslında ama; Eskiden annemin, bir zamanlar psikoloğumun, her zaman sevgililerimin söyledikleri üzere bardağın boş, tuvaletin kullanılmış kısmına odaklanıyorum. Benim politik görüşüm değilse de eksenim malum. İki tarafta da aynı toplumsal çirkinliğin zıt ama kardeş yüzlerini gördüm dün. Kazanan tarafta gurura, karşısındakini aşağılamaya yatkın kişiler gördüm, kaybeden tarafta ise gerçeği görmektense ardına sığınacak yalan arayışını.

İyi olan şey şu ki, iki tarafta da bu kötü özellikler baskın değil. Hatta daha da iyi olan şu: Aslında hiç bir zaman baskın değillerdi. Kötü olan şey ise şu: Bu yaklaşımdaki insanlar genelde daha gürültücü oluyorlar ve mensubu oldukları tarafın imajını kirleterek bir kısır döngü doğuruyorlar. Bu topraklarda sesini yükseltene saygı gösterme alışkanlığımız var, bence en temel sorunumuz bu zaten.

Çözüm arıyor muyum? Pek sanmıyorum aradığımı. Aslına bakarsanız (bakarsam!!!) “biz adam olmayız” ekolünden olduğumu uzun süredir biliyorum. Bunu aşmaya çok çalıştım. Sanırım bir süredir bu konuda kendime yenildiğimi kabul etmiş durumdayım.

Her ne kadar olumlu gelişmeler olsa da…

Nokta ile virgülün farkı

Bugün gereksiz derecede çok referansın birbirine değdiği, çarptığı, çarpıştığı bir gün olarak “geliyorum” demişti zaten, öyle de devam ediyor saat 03:33 itibarıyla. Muhtemelen bu şekilde devam eder. Toplumun ne olduğu hakkında düşünmeyi bıraktığı ama faydalanmayı bırakmadığı kavramlardan biri olarak, bayrama girdik. Ne işe yarayacaksa…

Neyse gayet seyrek yazarken bu aralar, bugün yazmaya niyetlenmemin sebebi ne bayram ne de diğer referanslar. Çok alakasız gibi başlayan ama sonradan ilişkiyi görüp, çağrışımı anladığım bir tesadüf oldu. Tarzını sevip, görüşlerini kolayca kabullenebildiğim bir eleştirmeni izliyordum. Çoğu eleştirmen “görev gereği” sinik davranmaya çalışıp, doğalarında olmayan bir imajı vermeye çalışırken, arada az sayıda “doğal olarak sinik” kişilik sahibi olanlar var. Bu da onlardan biri.

Nefret ettiği bir filmi yorumlar ve altı şişeden birini devirirken, çok güzel bir laf etti filmin bitmesi gereken noktayı geçtiği halde yönetmenin farkına varmadığını (yaygın bir hastalık) anlatmak için. “The movie is going on like a long embarrassing fart”. Bu gerçekten bitmesi gerektiği halde, sonu gelip geçtiği halde, artık kepenkleri indirip gitmek gerektiği halde devam eden şeyler, toplantılar, işler, hayatlar, saçmalıklar ve benzerleri karşısında kullanmak için güzel bir laf. Bakalım fırsat çıkacak mı canlı ortamda kullanmak için?

Örnek verebileceğimiz ve nedense burada ve çoğu ortamda lafı geçmeyen ne çok şey var hayatta ve çevremizde sonu geldiği, bittiği halde bir sürü sebeple bitmeyen, bitirilmeyen. Özellikle bugün takvime baktıkça bunu düşüneceğim. Telefon büyük ihtimalle yanlış çalacak, gelecek mesajlar çoğunlukla inanılmaz yanlış olacak, zaman geçecek, olaylar ilerleyecek ve “the day would go on like a long embarrassing fart”…

“Ayıp Olmasın” diye kibar davranmak

Geçenlerde twitter’da ilgiyle takip ettiğim biri “son zamanlarda hangi filmleri alkışladığımızı” sormuştu. Sanırım bu sorunun verdiği algı seçiciliğiyle de kısa süre ardından “yönetmen görmedikten sonra” neden alkışlanıldığının sorulduğu bir yazı okudum. Bazen konular birbirine ilham oluyor ve çok atlaya atlaya gidiyorum, bu sefer biraz daha derli toplu olarak bakarak:

Yanlış hatırlamıyorsam Japonya’da olacak, seyircinin bir filmin ardından ses çıkarmadan oturması filme, yönetmene saygı gösterisinin en üst seviyesi olarak kabul ediliyormuş. Belki örnek alsak altındaki temel felsefeyi, Dünya’nın geri kalanında hayatımız daha güzel olabilirdi.

Öte yandan futbol maçı seyrederken duygularını açık açık olarak ifade etmekten çekinmeyen toplum yapımızın neredeyse diğer bütün sosyal ortamlarda maskeler, örtüler, tüller altında duygularını anlatmayı geçtim, “evet” ya da “hayır” demekten çekinen garip bir yapısı var. Genelde de kibarlık olarak etiketlenen bu hareket tarzı bence aslında toplumsal yalancılıktan başka bir şey değil.

. TR MOL