Geleceğe umutla bakmak

Gelecekten olumlu bir gelişme görmenin bugünlerde tek pratik yolu beklentileri olabildiğince düşürmek. Aşağıda bir paragraf haricinde yazacaklarım Türkiye hakkında değil.

Eğitim kalitesi düşüyor, indeksler, istatistikler bir şey ifade etmiyor, cehalet topluma hakim olduktan sonra, ne kadar MSc. diploması verildiğinin önemi yok, okunacak gazete kalmadığında, okunacak gazetelerde düzgün haber kalmadığında, okur yazarlık yüzdesi bir işe yaramıyor.

Ekonomik sistemler çöküyor, kapitalistler gelir dağılımının dengesizleşmesiyle, sosyalistler yükselen enflasyonla baş edemiyorlar. Pseudo-komünistler “tüketim toplumu” eğilimlerine karşı koymaya çalışıp, galiba başaramıyorlar.

Politik yapılar çürümeyle mücadele ediyorlar, ne kadar başarısız oldularını görmek için biraz kaliteli bir filtrelemeyle haber izleyip düşünmek lazım. Amerika’daki durum açık, İngiltere’de gücün politik odağı kendisiyle mücadele halinde hareket edemez durumda, Almanya kökende faşist oldukları gerçeğini unutmaya, unutturmaya çalışan politik yapılarla demokrasi beşiği kılığına girmeye çabalıyor.

Türkiye özelinde beni rahatsız eden temel nokta, yaşadığımız problemleri bize özgü, sınırlarımız içinde ve en acıklısı “bizim” değil “onların” kabahati sayarak debelenmemiz. Dünya’da probleme uyanmış, çözüm arayan insanlar var, Türkiye’de fetüs pozisyonu almış, kulaklarını tıkamış bir çoğunluk. Yoksa yaşadıklarımız başka partiye oy veren komşunun da, ya da bir başka partiye sempati besleyip politik olmayan konuları bile partici bakış açısıyla açıklayan kahvehane ya da bar silahşörlerinin kabahati değil.

Neyse bizden bir halt olmaz, ama buradaki “biz” bütün Dünya. Geleceğe umutla bakmak için bugünü görmek lazım. Bu da ortadan kaybolan bir yetenek.

Notlar alırken

Son günlerde dikkatimi çeken olumlu bir gelişme var. Herhangi bir bilimsel kritere dayanmadan (sonuçta istatistik notlarım gayet bilimsel bir şekilde 1.5’da zirve yapıyor, okul kayıtlarımda…) özellikle metroda gittikçe daha çok insanın kitap okuduğunu görüyorum. Aslında hatlara ve saatlere göre kitap okuma yüzdesi ilginç bir araştırma konusu olabilir. Nedense vapurlarda daha az kitap görüyorum, belki manzara daha çekici geliyordur.

Yalnız başka bir şeye takılıyorum; Metroda, orada, burada yazı yazan, not alan pek kimseyi görmüyorum, belki ders çalışan öğrenciler dışında. Bu nokta beni düşündürüyor, okumak ve yazmak acaba ne kadar bir paranın iki yüzü? Acaba bu iki aktivite ne kadar simetrik? Patrick Tilley Amtrak Wars’da yönetimin toplumu kontrol altında tutmak için sadece okumayı öğretip yazı yazmayı ayrıcalıklı sınıflara ve bilgisayarlara bıraktığını anlatıyor, büyük hikayenin küçük bir parçası olarak.

Gerçekte yazmak ve okumak, üretim ve tüketim faaliyetleri. Üretmeden tüketmek nasıl kolaysa yazmadan okumak da bir o kadar kolay. Bilgi ve yazı nitelikleri gereği üretim ve tüketimleri arasında miktar dengesi olmayan kavramlar, bir kere yazılan sonsuz kere okunabiliyor. Dolayısıyla bilgi akışının kontrolü açısından da sonsuz miktarda okuyan yerine, sınırlı sayıda yazanı kontrol etmek daha kolay.

Bugünlerde yazdıklarımı geri dönüp okudukça en sık gördüğüm şey, “bu ara hayat kötü, ama ne zaman iyiydi” ile “şikayet edenler değişiyor, dertler aynı” arasında gidip geliyor. Belki “olumsuz” odağımız bu sıralar fazla güçlü, benim bulabildiğim en “olumlu” bakış açısı aptallık ve iyimserlikleriyle meşhur bazı yabancı toplumların bile başlarını yerden kaldıramadıkları, yani bu geçirdiğimiz dönem her ne ise pek de yalnız olmadığımız şeklinde. Çok parlak değil…

Amaçlı ya da amaçsız, yaşamak

Rutin, belki dünya genelinde geçerli şekilde rutin, bir hayat akışı beklentisi var. Doğuyorsun, ailen toplumsal eğitime hazırlıyor, toplum seni bazı okullarda, ustalık çıkarlık ilişkisinde, orduda veya benzeri organize yapılarda eğitip “hayata” hazırlıyor, üretime katılıyorsun, üretiyorsun. Zaten doğduğundan beri tüketicisin, tercihen çok da bilincine varmadan tüketmeye devam ediyorsun. Üretime ve tüketime en büyük katkın olarak senden sonra gelen üretici/tüketiciyi üretiyorsun ve onu da aynı yola sokuyorsun. Thus goes the circle of life ad infinitum.

Bu düzenin gerek detaylarına, gerek ana akışına uymayan her tür yaklaşım, duruma göre radikal, sıra dışı, devrimci, manyak, çılgın, cesur (en kötüsü bu sanırım) benzeri bir sürü sıfatla sıfatlanıp, adlarla adlanıyor.

İnsanların sormayı öğrenmeleri ve cevaplamayı başarmaları gereken bir soru var. Bu cevabın da basma kalıp, öğrenilmiş, empoze edilmiş, yalan değil gerçek, kişiye ait olması lazım. Soru kolay:

“Hayatta amacın ne?”

Tanıdığım çocuk sahibi herkes hayatlarının büyük kısmını buna çocuklarıyla ilgili bir cevap vererek geçirdi, geçiriyor. “Çocuklarımı hayata hazırlamak”, “çocuğumun mürüvvetini görmek”, “torunlarımı sevmek”… Evli olup da ailelerinden torun baskısı, en azından sorusu görmeyen var mı? İnsanlar kapıldıkları düzeni çocuklarına da empoze ediyorlar, dolayısıyla düzenin devamlılığını garanti altına alıyorlar. Sincap kafesi dönmeye devam ediyor.

Ben gençken daha genelleşmiş bir cevabım vardı. “Öldükten sonra da hatırlanmak istiyorum” diyordum. Bir yol çocuk sahibi olmak, ama benim kafamdaki araç çocuk sahibi olmak değil, başarılı olmak, sıra dışı bir şekilde/alanda başarılı olup kalabalığın içinde kalmamaktı. Bugün bulunduğum yerde görüyorum ki, nasıl çocuk sahibi olmak hatırlanmanın bir aracıysa, başarı da bir araç ve her ikisi de sınırlı bir zaman için etkili.

Soylu aile üyesi, hanedan mensubu değilse bir insan, sanırım büyükanne, büyükbaba seviyesinden sonra hatırlanmak ancak bazı ekstra tesadüflere bağlı. Ben 1882’de doğmuş ve görmediğim dedemin adını hatırlıyorum, 1908’de doğmuş babaannemi herhalde kolay kolay unutmam.

Başarı hanesinde sanırım durum daha kötü. Kendi geçmişimde olan ilklere, en büyüklere, en imkansızlara bakıyorum, yalnız başına başarı diye bir şey yok, o yolları beraber yürüdüğümüz insanlardan başka kimsenin yaptıklarımızı hatırladığını, dolayısıyla beni hatırlamaları için bahane olacağını sanmam.

Hayatta amacımız ne gerçekten? Sanırım iki ayrı yol var insanın önünde, ya amaçsızca nitrojen döngüsündeki rolümüzü tamamlayacağımız günü bekleyeceğiz, ya da bir amaç bulup, başarılı başarısız peşinde koşacağız.

Hayat ve diğeri

Hayatta değer verdiklerimin listesi uzun; Aşklar, dostlar, tanıdıklar, arkadaşlar, sevgililer, sevdicekler, platonik olanlar, platonik lafının etimolojisini gözü kapalı yazanlar, abiler, ablalar, ailenin her tarafından kuzenler, yeğenler ve türevleri, başka anne babadan abim, başka anne babadan kardeşlerim, ille de kediler, bazı köpüşler, ille de Tripod, bazı günler kendim. Annemin lafını edemem, babamı yirmi yıl olmuş görmeyeli, özlediyse de belli etmiyor rüyama girdiğinde.

Yaşamak, hayatta olmak, nefes almak, konuşmak, daha iyisi susmak, o nefesi saklamaktan sıkılmak.

Ama gün oluyor, diyorum ki kendime “ne vardı o kadar hızlı yüzecek, biraz sağa sola bakınsaydın ya”…

Etiket tabela falan…

Bu aslında 2019’dan bir yazı. Son zamanlarda olan çeşitli olaylar, bazı konuşmalar v.s. derken 2024 sonunda epey bir elden geçirmem gerekti. Tabii temel gerçek hep ortada ama zaman içinde örnekler, tecrübeler v.s. ekleniyor, bazı edilecek küfürler yutuluyor, iltifatlar erteleniyor…

Düzelme umudu olmadığını bilerek, burada yazdıklarımın “kalıcı” olmadığını bilerek, aslında insanlığın ve insanlığımızın ve toplumun ve kitlenin ve bir araya gelmişlerin pek değişmeyeceğini bilerek…

Sanayi devriminin acıklı bir sonucu var. Normalde yavaş yavaş, farkına varılmayacak hızla değişip gelişen toplumlarda yaşayacak şekilde evrimleşmiş insanlar. Ama, son iki yüz elli yıldır, inanılmaz bir hızla değişen ve değişme hızı da gittikçe artan bir sosyal ortamda yaşıyoruz. Uzun süredir beni rahatsız eden, etiketlere bağımlı hayat bakışının kaynağının bu olduğunu düşünmeye başladım. Hiç bir anlamı olmasa da, ya da anlamı dejenere olmuş olsa da, ya da benimsemiş kitle etiketin ne anlama geldiğini unutmuş olsa da insanlar olabildiğince geçmişten gelen, hatta geçmişi yalan bile olsa farketmeyen şekilde, kendilerine değişimin dışında kalmış, köklü kimlikler arıyorlar. Bunu, kitabını okumadığı inanca sahip olduğunu düşünenlerden, kendine “kadim ve kabul edilmiş…” diyen topluluklara ısrarla ve tercihen yine herhangi bir kitap okumadan dahil olmaya çalışanlara kadar, farklı insan tiplerinde görmek mümkün.

İnsanlar ne kendilerinden memnunlar, ne toplumdan, ne bulundukları sosyal gruplardan ne de politik yapılardan. Belki kabahati içselleştirebilseler ve “başkaları ne hata yaptı” yerine “ben neyi düzeltebilirim” diye baksalar bazı olumlu gelişmeler olacak ama bu yaklaşım pek de moda görünmüyor bu aralar.

Bu yazdıklarımı Türkiye özelinde yazıyor olmak isterdim, en azından, aralarında kıymet verdiğim insanlar da olan bazı tanıdıklarımın “kaçıp kurtulma” hayallerini yıkmaya çalışıyor gibi durmazdım. Ama dünyada “iyi” durumda olan, ya da bugünü dünden kötü olmayan ülke, toplum kalmadı gibi. Bunun detayına girmek belki faydalı ama bir yandan da gereksiz, çünkü sonuçta “etiket” ne olursa olsun hepimiz insanız, bizim gibi olmayanları insandan saymamak gibi bir alışkanlığımız olsa da. Dolayısıyla benzer problemler her yerde, benzer trendle gelişiyor, sürüyor, kapıya asılan tabeladan bağımsız olarak.

Tabii bir de resmileşmiş ve standardize edilmiş etiketler var hayatımızda iki üç genel (?!) kabul görmüş kaynak ya da otoriteye dayalı. Çok basitçe diplomalar ile gelen etiketler, iş ve para ile gelen etiketler ve sosyal imaj, şöhret v.s. ile gelenler diye bakabiliriz. Bu da demek oluyor ki; Son planda hikmeti kendinden menkul bir sistem “bu bizden” derse, ne kadar “onlardan” olduğunuza göre akademik etiketiniz oluyor. İnsanların saygısını satın alacak kadar para ya da kariyer yaparsanız, o paranın miktar ve kaynağına, kariyerin niteliğine göre bir etiketiniz oluyor. Ya da en basiti bir grup genç insan sosyal medyada, ya da bir grup yaşlı insan CRR’de sizin “iyi” olduğunuza karar verirse bir etiket sahibi oluyorsunuz.

Tabii benim diplomamı veren okulda, doçentlik jürisi için “bu kulübe girmeye uygun mu” diye sorulduğunu adaydan değil de jüriden duymuş olmam, diplomaya saygımı öldüreli çok oldu. Sanırım 28 yılda bir şey iyiye doğru gitmemiştir. Zaten okulun hali malum…

Büyüdüğüm köyün en “saygın iş adamı” 1980 öncesinin önemli uyuşturucu kaçakçılarındandı. Çok da hayırsever ve düzgün bir adamdı ve mallarının köyde satılmasını yasaklayarak 36.000 kişilik bir halkı koruyordu. Yine de “saygın iş adamı” değildi ya…

Kendisini çok batırmadan; Şahsen tanıdığım tek “meşhur şarkıcı”nın acayip (öyle böyle değil ama) detone olduğunu nedense tek fark eden bendim. Ama bunu söylediğim herkes “aaaa doğru” dışında bir şey söyleyemedi bugüne kadar. Burada etiket, gerçeğin üstünü yorgan gibi örtmüş…

Eskiden “böyle gelmiş böyle gider” lafını çok duyardım, kötü bir durumu açıklamak için. Bu bile kendi başına ciddi bir aymazlık göstergesi, geldiği gibi gitmiyor, sorun orada, toplumlar adapte olamıyorlar değişime. Ve etiketlerle, hamasetle kendilerini avutuyor insanlar.

. TR MOL