Ben ve diğerleri diye bakmak

Bu ara çokça, belki gereğinden -gereği ne kadarsa artık- fazla Refik Halid ve Sait Faik okuyorum. Bunun bazı beklenir sonuçları oldu, güzel yazılmış Türkçe okumanın hoşluğu, benim sayfalarca anlatamayacağım şeylerin yarım paragrafta toplanabildiğini görmenin acısı gibi. Öte yandan işin bir de “karanlık” yanı var. Aslında farkında olduğum, olduğumuz, fakat genelde orta yerde pek konuşulmayan bir karanlık var ortak hayatımızda, toplumumuzda.

“Namus” diye korunan şey çok zaman “komşuların dedikodusunu yapacaklarından korkulan” şey her ne ise o oldu. İnsanlar “zayıf” gördüklerini hep ezdiler, “farklı” gördüklerini hep aşağıladılar. Kadınları kadın oldukları için, fakiri parasız olduğu için, işçiyi çalışan olduğu için, tüccarı paralı olduğu için, memuru düzenin, serseriyi düzensizliğin adamı olduğu için hep aşağıladık. Bizden olmayanı sevmemeyi çok iyi becerdik ama sanırım “biz” kimiz onu pek düşünmedik.

İstisnalar olsa da temel olarak hikayelerimizin kahramanları başarılarını ya “kötü” yollarla elde ettiler ya da başkalarına borçlanarak. Bu kadar olumsuz bakışın ne kadarı negatiften başlayarak hikaye anlatmanın daha kolay oluşundan, ne kadarı sıkıntıyı görmenin daha çekici gelmesinden ya da belki lafı dolaştırmadan, ne kadarı çevremizdeki olguların, insanların, duyguların ağırlıklı olarak negatif olmasından?

Bu bağlamda bakınca, geçmişte de kötü insanlar vardı aslında, ama neyin ya da kimin kötü, neyin ya da kimin iyi olduğunun çok bariz bir ortak kriteri var, o da bizden olup olmamak. Kısaca biz iyiyiz geri kalan herkes kesin ya da potansiyel kötü.

İnsanlar ilerleyen teknolojiyle, Internet’le, özellikle sosyal medya ile, hatta yüzlerce TV kanalıyla gelen çok belirgin bir değişikliğin içinde yaşıyorlar. Bilgi akışı çok hızlandı. Burada ne yazık ki çok bildik bir de problem artıyor. Bir zamanlar ciddi bir şaka olarak kullanılan “eve, derslere yardımcı olması için alınan bilgisayar” kavramı vardı, o dönemde herhangi bir yaygın eğitim tazılımı olmamasına, olanların da kullanılır şeyler olmamalarına rağmen. Öte yandan bu bilgisayar yatırımı, bu makina parkı ve sağladığı faydalar zaman içinde gelişip artarak ve Internet aracılığıyla haberleşme trafiğini önemli kısmını üstüne alarak toplumda bir rol üstlendi. “İhtiyaç” nedir, nasıl tanımlanır, nasıl belirlenir çok tartışmalı bir konu. Reklamcılar farklı bakıyor, ekonomistler farklı, politikacılar daha farklı. Internet ve bilgisayarlar hayatımıza girerken reklamı yapılan rollerinden çok farklı amaçlar için gelişip yaygınlaştılar. Sanki bir tek e-ticaretin tarihçesi öngörü ile uygulamanın gelişimi açısından paralel gitti. Eğitim ancak son zamanlarda yaşanan mecburiyetlerle gerçekten Internet’e taşınmaya çalışılıyor ve yaşanan problemler ortada.

Bu noktada “haber” kendi başına farklı bir örnek. İlk geliştirilen faks makinelerinden beri haberin elektronik olarak iletilmesi, ilk elektronik haber yazılımlarından beri kişiselleşmiş haber dağıtımı üzerinde konuşulan konulardı. Ama kurumsal haber kaynakları, gazeteler, geleneksel televizyonlar radyolar v.s. bu yeni gelişmekte olan alternatif kanalları kendileri için yeni mecralar olarak görmekten ileri gidemezken, içerik üretip dağıtan milyonlarca rakipleri oldu, hepimizin bildiği gelişmeler sonrası. Bu rakipler tek başlarına devlerle rekabet edebilecek boyutlarda değiller, ama kitle olarak çok etkili oldukları açık. Geleneksel kanallar alternatif formatlara adapte oluyorlar. Bir bilgisayar ve bir Internet bağlantısıyla ve neredeyse sıfır yatırımla içerik üretilebilen bir ortamda bu doğal. Aynı zamanda çok beklenmedik bir gelişme yaşandı. Ana akım medyanın “radikal azınlık” olduğuna toplumu yıllarca inandırdığı çeşitli sessiz ve büyük toplum kesimleri seslerini duyurmaya başladılar. Ana akım toplum kesimlerinin hala anlamakta zorluk çektikleri ve merkez, normatif, standart olmayan bütün toplum kesimleri zaten buradaydılar, sadece bir tahta perdenin arkasında yaşıyorlardı.

Bu arada Türkiye merkezli olarak düşünmüyorum, her ne kadar burada pek çok örnek olsa da. Mesela 2016 seçimlerinden sonra Amerikan solunun uzun süre kendine gelemediği bir dönem oldu, bazı açılardan hala devam ettiği söylenebilecek. Bu dönemde en ciddi konulardan biri bu “liberal”, “özgürlükçü”, “bireyselliği destekleyen”, “farklılıktan yana”, “daha demokratik” kesimin geleneksel medyayı pas geçip doğrudan sosyal medyaya yönelik ciddi sınırlama, sansür talepleriydi. Anlaşılan bir televizyonda söylenen, gazeteye yazılan yalan kabul edilebilir ama Internet üzerinden yaparsanız ayıp oluyormuş. Yani aslına bakarsanız yıllardır içinde yaşadıkları kuralları ve toplumu işlerine geldiği sürece kabul eden kitle, zarar görünce çileden çıktı. Kısacası, kendinden farklı olanlara tolerans gösterememek konusunda solun sağdan geri kalır yanı yok. Tabii Amerika’da sol ne kadar sol olabilirse…

Mürekkep, Kalem ve Düşünmek Üzerine

Bir arkadaşım, ortak merakımızın dolaylı bir sonucu olarak, yeni bir mürekkep hediye etti geçenlerde. Arkadaş var, arkadaş var. Birini arkadaş olarak sevmek kolay (gerçi benim ve arkadaşlarımın “sevilebilirliği” tartışmaya açıktır) ama arkadaşının neyi seveceğini ondan daha iyi bilmek önemli bir şey.

Haydi bir deneyeyim diye el atmışken baktım yazı almış başını gidiyor. Sonuçta biz büyürken ortada bilgisayar falan yoktu elimizi uzatıp o anda kullanmaya başlayabileceğimiz. Kalem kağıtla yazmayı, kalem kağıtla düşünmeyi öğrendik. Bir bilgisayar programcısı olarak, hala, sıkıntılı bir programlama problemi karşısında ya da standart olmayan bir yazılım dizaynı falan gerektiğinde kağıt kaleme dönüyorum. Daha kolay, daha verimli…

“Düşünmek” üzere eğitildiğimi varsayıyorum. Buna inanmak hayatı kolaylaştırıyor. Ama hayatın gerçeği çok daha farklı aslında. Kendimizi idealize edilmiş resimler içinde görmeyi seviyoruz. Muhtemelen devletler de halklarının bu sevgisini bilerek, bizleri pompalıyorlar. Bu idealize hayaller uğruna insanlar, bir masa etrafında oturan üç beş kişinin konuşarak çözebilecekleri sorunları, ölerek çözmek için savaşlara gidiyor. Bu idealize hayaller uğruna sistemin çarkları içinde doğum, eğitim, çalışma, tercihen emekli olmadan ölüm çemberi kırılmadan dönmeye devam ediyor.

İnsanlar aldıkları diplomanın ifade ve iddia ettiği bilgi birikimini bir gün bile kullanmadan yaşıyor ve çalışıyorlar. Bu eğitime ihtiyaç duymadan yaşayacakları hayata “hazırlanmak” adına sayısı, kapasitesi, maliyeti artan, kalitesi, verimi, faydası düşen okullarda okumaya devam ediyorlar. Eğitimin sağladığı “fayda” nedir diye bir gün bile sorgulamak istemeden, diplomayı hedef haline getiriyorlar. Eğitim sisteminin, düşünmektense takımın kuralları sorgulamayı bile aklına getirmeyen oyuncularını yetiştirdiğini de görmek imkansız geliyor muhtemelen bir noktadan sonra. Devletlerin eğitimden gördüğü en belirgin faydanın, milyonlarca insanı iş gücü piyasasına dört ile sekiz yıl arasında gecikmeyle sokmak ve dolayısıyla işsizlik istatistiklerini yapay olarak düşürmek olduğunu görmemek mümkün mü? Anlaşılan toplum çoğunluğu için öyle.

Devletlerin normal düzeni içinde “hakim kadro” oldukları zannındaki politikacıların temel rolü de halka istediklerini verirmiş gibi yapan düzenin reklamı dışında bir şey değil temelde. Dünya devletlerinin önemli kısmı demokrasi oldukları iddiasında. Ama demokrasi dizayn olarak bu kadar büyük toplulukları yönetebilecek yapıda bir sistem değil, dolayısıyla nüfus büyüdükçe, kaynaklar daraldıkça değişikliklere uğrayarak yaşamaya çalışıyor. Sonuçta kökünde kadın ve kölelerin oy hakkı olmayan, forumda karar alınan bir sistemden söz ediyoruz. Dijital devrimin orijinal demokrasiye dönüşü sağlayacağına inanan bir çevre vardı, aynı hayali devam ettiriyorlar mı bilmiyorum ama muhtemelen yanılıyorlar. Mevcut durumda, politikacılar devletlerin halka istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyleri vermesini sağlayan oyuncular görüntüsünde. Peki halk ne istiyor; Çocuklarının işe yaramaz diplomalar almasını ve ünvan sahibi (hatta Türkiye’den bakarsak, devlet çalışanı da olmuş) insanlar haline gelmesini… Bunun sonuç faydası ne olacak bilmiyorum, hayal de edemiyorum ama iyi bir yöne gittiğimizi düşünmüyorum.

Düşündürme yeteneği olan arkadaşlar

“Hep söylediğimi” düşündüğüm ama bakınca pek de yazmadığım anlaşılan bir şey var. İnsanı düşündüren arkadaş iyidir. Ne yazık ki pek de bulunan bir şey değil bu. Benim şansım, ki çoğu insanın kendileri adına şanssızlık olarak değerlendireceğine eminim, ortalamadan fazla sayıda, düşündürme yeteneğine sahip insan tanıyor olmam. Normalde bu kadar kısa bir girizgâh sonrası ana fikre girmem lazım, ama bugün içimde biraz etraftan dolaşma isteği var.

“Çocuk” önemli bir şey. Çoğu insanın hayattaki tek (en azından farkında olmasalar da son planda tekilleşen…) amacı, motivasyon kaynağı çocukları. Bu noktanın aynı zamanda, bilinçli ya da bilinçsiz, çocuk sahibi olmak konusundaki ana motivasyon da olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak hemen hemen her canlı türünün evrimsel olarak ayrılmaz parçası haline gelmiş “genetik mirasın bir sonraki nesle aktarılması” eğilimi var. Tanım gereği, genetik olarak ilerideki nesillere kopyalanma eğilimi olan özellikler baskın hale geliyor, bunların en temel olanı da “neslin devamı”… Ama bu ortak kimliğimizin, ya da toplumsal benliğin gayet ilkel bir parçası. Öte yandan insanların bilinç seviyelerindeki farklılaşma sonrası diğer canlılardan ayrıldıkları temel nokta da bu zaten. “Gelecek hakkında hayal kurabilme” yeteneği bizi insan yapan sayılı özellikten, şimdilik. Her ne kadar yiyecek, hayatta kalma mücadelesi gibi temel konularda geleceği düşünme yeteneği farelerde bile görülse de, soyut kavramların insan dışı canlılar tarafından da hayal edildiğiyle ilgili çok dolaylı bir iki işaret dışında bir delil duymadım henüz, varsa okumak isterim.

Böyle bir genelleşmiş yapıda çocuklar konusunda temel içgüdüler dışında benim ilgimi çeken iki nokta var. Bunlar da insanların çocuklarını ne kadar kendilerine benzer ama bağımsız yetiştirebildikleri ve bu noktadaki başarının hayatın diğer noktalarına ne kadar yansıdığı. Kısa süre önce edebiyatımızın ilginç, kıymetli ve PR’a ihtiyaç duymadan sevilen isimlerinden ikisi hakkında konuşuyorduk, bir arkadaşla. Bu kişilerden birini diğerine kıyasla daha çok sevdiğimi fark ettim. Aradan bir iki saat geçince anladığım şey şu oldu; Çocukları hakkında anlattıkları, onlara olan sevgisini nasıl reklamını yapmadan iliklerine kadar işlemiş şekilde yaşayıp hissettirdiği beni çok etkilemiş.

Bir çok arkadaşım, hala anlamadığım bir yoğunluk ve koordine edilmemiş bir koordinasyon içinde beni çocuk sahibi olmaya teşvik ediyorlar. Tabii burada hep aynı soru var cevap olarak; Eee, seninki nerede peki? Ben hiç bir zaman bütün faktörlerin doğru noktada olduğu bir senaryo bulamadım, yoksa konu temel bir isteksizlik değil. Belki “bütün faktörler” doğru hedef değildi. İlginçtir, bu noktada benimle paralel analiz modelleri kullanan iki kişi kendilerince iki farklı sonuca vardılar zamanında. Biri hemen, daha okuldayken yanlış hatırlamıyorsam, evlenip ilk fırsatta çocuk sahibi oldu. Öteki hayatı boyunca nefret ettiği “çocuk gürültüsünü” kendi evinde istemediğine karar verdi. Bana benzemeyen yollardan gelen, muhtemelen analizin ancak küçük kısmını mantıkla yapıp geri kalanını toplumsal kriterlerle götüren pek çok kişinin de benim gibi biraz git gel yapan bir şekilde “olsa mı olmasa mı” diye ortada kaldıklarını gördüm.

Tabii çocuk tek başına yapılmıyor. Partenogenez (ya kusura bakmayın, her şey Türkçe gitmiyor) Parthenogenesis henüz insanların becerebildiği bir şey değil. Geri dönüp partner olarak “muhtemel” gördüğüm kişilere bakıyorum da hepsi, bırakın adını vererek anlatmayı, temel anonim özelliklerini bile yazarsam canıma okurlar. Aslında belki de ortak noktaları bu; Bir iki anonim özelliklerini yazdığım anda çevremde herkesin “h…tir” diyerek telefona sarılacağı kadar nev-i şahsına münhasır insanlar hepsi. Belki de bunu aradım, buldum hep; Ama ne yazık ki o kadar toplumdan ayrılan insanlar pek de çocuk istemiyorlar. Eh ben de, düzene yenik düşen çocuklar istemediğim için düzene yenik düşen aşklarla yetindim sonunda.

Bu kadar çocuk meselesi nereden çıktı? Aslında basit bir yerden. Önemli bir arkadaşım var. Arkadaş olmanın tanımı da muhtemelen 20 yıl aradan sonra konuşmaya kaldığı yerden, cümle değilse bile paragraftan devam edebilmek. Bugün ad hoc da olsa bir buluşalım dedik, olmadı. Zaten systematic koordinasyon yapamayarak geçen hayatımda kurtuluş hep ad hoc yaklaşımlar olmuştur ama bugün tutmadı, colliding frames bizim işte ve hayatımızda yaygın bir durum. Hayatımda/tarihimde önemli yeri olup da çocuk sahibi olan az sayıda insandan olduğu için aklım o noktadayken, önce bir doğum gününde sonra da telefonda iki başka arkadaş daha “çocuk ……..” başlıklı konular açınca her şey üst üste geldi. Oluyor arada öyle tesadüfler. Yoksa ben de isterdim önemsiz konuları önemli gibi düşünmeyi, yazmayı. Bugün böyle. Becerip de buluşabilirsek, daha önemli şeyler yazarım belki haftaya.

Zaman geçtikçe

Zaman geçtikçe hem iyi hem kötü şeyler biriktiriyor insan. İyi arkadaşlar, kötü arkadaş eskileri. İyi hatıralar, kötü karabasanlar. İyi ve kötü tecrübeler, iyi ve kötü ölümler, iyi ve kötü harcanmış zamanlar.

Bugünün şartlarında (gelecekte bunları okuyacak mevcut eğitim sistemi kurbanları: 2019’da başlayan bir salgınla insanlık virüsten korkmayan geri zekalılar ve diğerleri olarak ikiye ayrıldı. Daha ayrıntılı bilgi için COVID-19) ölüm normalde olduğundan çok daha fazla günlük hayatın gerçeği haline geldi. Dolayısıyla artan bir şekilde harcanan zamanın kıymeti, kaçırılmış fırsatlar, herhangi bir “iyi” olgunun artan değeri v.s. hayata bakış açımızda kaymalar yaşanıyor.

Daha ne olduğunu anlamış değiliz, anlayacak mıyız o da şüpheli. Göründüğü kadarıyla COVID-19’in en temel özelliklerinden biri insan beyninde bıraktığı raslantısal büyük, küçük hasarlar. Dolayısıyla gelecek nesillerin, ortalaması yükselen aptallık için bir bahaneleri daha olacak, Google, sürekli online toplum yapısı ve artan endüstriyel gıda tüketiminin yanında.

Hayata ve ölüme bakışımın genel yapısı gereği, özet olarak “bir bu kadar daha yaşamayacağım, nasılsa görecek ilginç bir şey de kalmadı…” diyerek ölüme, kendi ölümüme, aldırmayıp gündüz gece piyasalarda akıyor olmam lazım. Ama ufak tefek sorumluluk hisleri taşıyarak, “ailemden kalanlar ne hisseder, kedime kim bakar, ben birilerine bulaştırırsam ya yaşamak istiyor olurlarsa, ya mecburiyetten dışarıdaysalar…” diye elimden geldiği kadar tedbirli davranıyorum.

Bir sevgili arkadaşın ve bir eski tanıdığın annelerine nasıl farklı davrandığına bakıyorum da; Biri azıcık(!) huysuz da olsa annesini korumak için çırpınırken, diğeri melek gibi hanımefendiyi sağa sola gereksiz gezmelere götürürken… Salgının en büyük faydası bu oldu galiba, insanları daha iyi tanıdık bahaneyle.

İş mecburiyetleri dışında, Mart ortasından beri sadece birkaç kıymetli insan ve bir kedi için evden çıktım. Ki daha (insanlardan) birinin haberi bile yok onun için dışarı çıktığımdan. Duysa canıma okur muhtemelen “gereksiz şeyler için evden çıktın” diye. İnsanlar gereksiz değil tabii. Yukarıdakine benzer şekilde nasıl başkalarını tanımak için bu hastalık vesile olduysa, kendimizi tanımak için de geçerli bu. İnsan dönüp bakıyor, ben yaşıyorken hayatımda olması önemli olanlar kimler diye.

Pirlere niyaz ederiz 
Yalan dünyayı nideriz 
Ölürüz hasret gideriz 
Göster şol didarı bana

Aslında geriye dönüp bakınca, anne babamın ve yaşıtlarının hayatlarındaki en büyük darbe İkinci Dünya Savaşı olmuş. Kalıntıları hala aramızda yaşayan geri zekalı çığırtkanların bütün çabalarına karşın, savaşa girmemeyi başarmamıza rağmen hem de. Bir önceki nesil, Birinci Dünya Savaşı’nı ve Balkan Savaşı dolayısıyla göçmek zorunda kalmalarını anlattı hep, hayatlarını değiştiren olay olarak. Birinci grup 27 Mayıs’ın, ikinci grup İspanyol Nezlesi’nin lafını etmedi nedense. Belki de, bu halk o kadar çok darbe aldı ki ruhuna ve vücuduna, ciddi bir savaştan ve atadan kalma topraklardan zorla kopartılmaktan daha aşağısını hissetmiyor artık.

Bir gideninin daha ardından…

Bir gidenin daha ardından hayatı ve ölümü hatırlıyorum. Hem çok kolay hem de çok zor bunları yazmak. İyi bir kızdı, kucakta uyumayı severdi. Abi daha yumuşak olsa onun yanına sıkışmayı tercih edecekti belki de. Çok konuşurdu ama ağzından kötü bir laf çıkmazdı. Gerçi becerse camın dışındaki tüylü yaratıkları yakalayacaktı belki ama olmadı. Sütlü çay ve çiğ kek hamuru severdi. Keşke daha mutlu edebilseydim, keşke iki kiloyu geçip on kilo kocaman bir yaratık olsaydı, keşke keşke ama keşkenin sonu yok. Çoğu insandan sadıktı, nankör denen bir canlı türünden olup da…

. TR MOL