Kontrollü unutmak

Unutmak insanların en yeteneksiz oldukları konulardan biri. Unutmak istediklerini unutamadıkları gibi, unutulmaması gerekenleri de hatırlamakta güçlük çekiyorlar. Sonuçta su çatlağını buluyor.

Bunları yazarken kafamdan “difficulties in automatic spell checking for agglutinative languages” diye bir şey geçiyor olması ise konunun bir başka boyutu. Bari oradan başlayayım yazmaya

Ben çocukken “Türkçe yazıldığı gibi okunur, Dünya’nın en kolay dillerinden biri” gibi bir BS okullarda sürekli pompalanırdı. Eğitimin gittikçe kötüleştiğini düşününce merak adiyorum, hala aynı saçmalığı anlatıyorlar mı yoksa bunu bile anlatamayacak kadar mı kötüleşti durum acaba diye. Türkçe, yazıldığı şekilde okunmadığı gibi Dünya’da çok daha kolay okunan yazılan diller var. Tabii bu hikaye harf devriminin gerekçesi olarak anlatılırdı.

Yalan söylemeyi tembellikten sevmediğimi hep anlatırım. İnsan yalan söyleyince kime ne yalan söylediğini, söylediği yalanlarda anlattığı alternatif ortamın kendi içinde uyumunu v.s. takip etmek zorunda. Ona harcayacak enerjim yok. Anlaşılan o ki toplumlar kendilerine, çevrelerine ve yetiştirdikleri çocuklarına yalan söylerken bu basit durumu unutuyorlar. Öte yandan, Agatha Christie’nin, Poirot’ya söylettiği gibi gerçeğin ortaya çıkmak gibi bir huyu var.

  • En klasik yalanlardan olarak; Amerika (İngiltere de bu arada) sömürgelerini “white man’s burden” dolayısıyla işgal etmedi, o aç gözlerini doyurma çabasıydı.
  • Nedense herkesin farkında değil gibi yaptığı; Osmanlı haraca bağladığı toplumlara o kadar bağımlıydı ki, o toplumların çocuklarını devşirmek yetmedi, haraç olarak aldığı paralarını çoğu durumda eritip akçe olarak yeniden darp etmeye bile gerek görmedi.
  • Ne bileyim; Vladimir Ilyich İngiltere ve Almanya’nın yardım ve çabalarına rağmen devrimin başlangıcını kaçırmıştı.
  • Daha garibi; Taiwan aslında bağımsızlık istemiyor, resmi politikaları “ana karadaki isyancıların, adaya çekilmiş gerçek Çin yönetimine teslim olması gerektiğini” söylüyor.
  • Ve tabii; Bütün imparatorluklar sömürü üzerine kurulur, insan, para, toprak v.s. kaynaklar karşılığı barış ve huzur, aslında Pax Romana sağlama vaadiyle yayılırlar.
  • Ha bu arada; Orta Asya’daki iç deniz kuruyalı milyonlarca yıl oluyor.

Saydıkça bitmez bunlar. Ama bir nokta önemli, sen imparatorluk rüyası görüyorsan komşun uyuyamaz kolay kolay. Mümkünse de seni uyandırmak için elinden geleni yapar.

Şimdi, eklemeli dillerden buraya nasıl geldik diye dönüp bakınca; Bizim muhtemelen şanslı olduğumuz bir nokta var. Belki de kültürel kökenin yapısı dolayısıyla, Türkçe eklemeli bir dil olarak yaşadığı gibi bir şekilde yabancı kelimeleri de sağını solunu çekiştirerek eklemeli olarak kullanmayı başarmışız. Dolayısıyla daha birinci ikinci sınıfta öğretilen “Türkçe’nin harika özellikleri” olan büyük sesli uyumu, küçük sesli uyumu, sessizlerin eke göre değişmesi v.s. bir sürü kuralın sürekli istisnaları var. Ve farkında değil çoğunluk ama Türkçe yazıldığı gibi okunmuyor. Yazıldığı gibi okunsa yabancılar kelimeleri o kadar garip telaffuz etmezlerdi. Bir tek “a”, bir tek “e” yok, hele “ğ” var ama yok.

Hayatındaki şanssızlıklardan biri beni sınıfında bulmak olan, ilkokul öğretmenime sorduğum gibi “anne” büyük sesli uyumuna uymuyorsa, çocukların da ağzından çıkan ilk laf buysa, biz Türkçe konuşmayan çocuklar olarak mı doğuyorduk acaba? Gerçekten, İstanbul Türkçesi olarak 14. yüzyıl civarında “ana”‘nın deformasyonuyla ortaya çıkmış bir kelime.

Rahatsız olduğum bir nokta var, mesela burada çok belirginleşen. Ataerkil bir toplum olarak çocukları babasının adıyla, soyuyla, milletiyle anıyoruz. Ama o çocuklar yüzlerce yıl annelerinin kucağında, kucağında değilse bile son zamanlardaki gibi, kontrolünde büyümüşler. O anneler dilleri dönmediği ya da kulaklarını tırmaladığı için, ana yerine āne demişler. Zaten özellikle İstanbul’da okumuş kesim doğrudan mader demeyi tercih ediyor (Refik Halit’in yalancısıyım ama o doğru söylemiştir). Bu ortamda ne olduğunu inkar ede ede nereye kadar gidilir bilmiyorum. Son planda su çatlağını buluyor.

Yoksa devlet planlamasıyla, bir anda bütün Osmanlı milletlerine “Türk” etiketi yapıştırıp, etiketin tutmayacağı ilk günden görünenleri dışlayıp bir kültür oturtulmaya çalışılmış da sonuçları ortada sanki. Yoksa neden kendini solcu sanan faşistlerimizi, hatta ırkçılarımızı tedavi etmiyoruz? Bu saçmalık bize doğal geldiğinden olmasın sakın?

Yine bir bayram sabahı

Her bayram sabahı, hatırlattıklarıyla getirmesi beklenen neşe yerine kötü hatıralar taşıyor. Bunun ne kadarı hayatın genel kötüye gidişinden? Ne kadarı çocukluğun bilinçsizliği içinde sıkıntıları göremezken, bunun artık değişmiş olmasından? Ne kadarı, salgın başta olmak üzere biri bitmeden diğeri başlayan felaketlerin hayatımızın doğal, doğaldan da öte neredeyse alışıp beklentiye girdiğimiz parçaları olmasından? Tabii şahsi kötü hatıraların da büyük katkısı olduğunu unutmam mümkün değil.

Yirmi üç yıl olmuş; Annem ve halamla bir bayram sabahı salonda oturup, komşuların arife günü hayatın dertlerinden kurtulan babam için taziyeye gelmelerini, bizi teselli edip, bayram neşesini saklamaya çalışarak başka ziyaretlere gitmelerini seyredeli. İlkokul matematik problemi gibi her sene yeniden hesaplasam da hayatımın ne kadarını babamsız yaşadığımı, hala %50’ye gelememiş olsam da bunca geçen zamanda, sonuç değişmiyor. Cenaze işlerini nasıl halledeceğim diye telefon etmeye çalıştığım ama cevap veremeyen babam yok artık ve olmayacak ve sonuçta bayramın zaten sınırlı olan neşesi solup gitti onunla beraber.

Bu sabah dışarıda kuşlar öterken, hava soğukla serin arasındayken halamlardaki bayram sabahlarının iyi taraflarını hatırlamak kolaydı. Ama, annemle halam da babamın peşinden gittiler. Bir sürü kuzeni ve diğer gidenleri de düşünürsek, ailenin bütün eğlencesinin öteki tarafa göçtüğü söylenebilir. Orada epey neşeli ve yeterince gayri ciddi bir ortamın keyfinde olduklarını düşünmekten başkası gelmiyor elimden.

Bu seneki ortam dolayısıyla, ölüme alışmış olmak doğal sanıyor insan. Ama düşüncelerle hisler arasında büyük fark var. Alışılmıyor ölüme falan. Ya insanlığımızda hala körelmemiş noktalar var, ya da toplu halde ancak istatistik olacak ölümlerin her birini teker teker hissediyoruz ve birer trajedi olarak yaşandığını görüyoruz.

Sosyal ve politik ortam hakkında hiç yorum yapmayacağım, değmeyeceğinden değil şu anda katlanamayacağımdan. Öte yandan belki de hayatı hep beraber şikayet ettiğimiz bataktan kurtarmak için susmak ve unutmaya çalışmak yerine konuşmak ve analiz etmek gerekiyor artık. Çevremde küçük çocuk yok epeydir, bilmiyorum hala bizim küçüklüğümüzdeki gibi neşeli bir ortam görüyorlar mı? Eğer öyleyse bile, bunun kalıcı olmayacağını bilerek, yaşayabildikleri kadar mutluluğu “fırsat varken yaşasınlar” diye görmek ne kadar doğru, düşünüyorum bulamıyorum.

Kısa bir soru ve devamı

Sadece soruyu soracak olsam Twitter’da yazar ve buraya hiç uğramazdım, tabii cevap hakkında spekülasyon da yapacağım. Zaten cevabı hakkında fikir sahibi olmadan soru sormak çok parlak bir fikir, genelde, değil.

Hayata bakışımız hep zıt kutuplar arasında gidip gelmeyi gerektiriyor. Olumlu-olumsuz, iyi-kötü, bizden-onlardan, haklı-haksız, güzel-çirkin. Hatta daha da ötesi soru ve cevap bir noktada düşünce sürecinin zıt kutupları. Peki durum bu iken (öncelikle durum bu mu diye sormak lazım, ama ben aksine argüman getiremiyorum), diyalektik kavramını çocuklara öğretmeden “düşünen insanlar” olmalarını nasıl bekleyeceğiz? Ya da daha kötüsü sadece lisede felsefe dersi alan şanslılar iki cümle ezberleyip “sınavda kesin çıkacaklar” kontenjanından ömür boyu öğrenme özürlü kalacakları konular listesine eklerken, diğerleri “tuuu kaka, komünist mi olacaksın başımıza” gibi bir zırvayı duyarken nasıl özgün fikirler doğuran insanları olacak bu toplumun. Bu arada Heraklitos fır fır mezarında dönüyor tabii…

Tabii soruyu yukarıdaki paragraftan ayıklamak lazım biraz. Nispeten kısaltılmış olarak; Eğitilmeden düşünmek gibi bir iddiayla nasıl yaşıyoruz? Nasıl oluyor da bir sürü basit konuda, araç kullananlardan, bazıları gerçekten basit çeşitli meslekleri icra etmeye çalışanlara, insanları eğitiyoruz da metodik olarak düşünmek için düzgün bir eğitim verilmiyor?

Bu sıralar (gelecek nesiller için; 2021’deyiz COVID-19 salgını bütün inkârcılara rağmen devam ediyor), hayat çok garip. Yemek düzenimiz, sosyal hayatımız, uyku saatlerimiz nasıl değiştiyse, düşünce yapımız, akıl yürütme metodlarımız da değişiyor. Bunun ne kadar farkındayız bilmiyorum. Ama kafası biraz olsun çalışan herkesin, her gün ve sık sık ölümü düşünmesinin doğallaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun etkileri nerede, nasıl sonuçlarla ortaya çıkacak bilmiyorum.

Bizim Türkiye’de bir ölçüde alışkın olduğumuz; Hayat düzeninin, kurumların, hayatın belli temel direklerinin ani ve hızlı değişimini bütün Dünya yaşıyor. Bunun da kendine özgü sonuçları olacak. Açıkçası çok merak etmekle beraber, zamanında büyüklerden duymayı sevmediğim bir ifadeyle, ben görecek miyim bilmiyorum. Ne kadar zaman alacak onu da bilmiyorum. Fakat bazı çok temel kriterleri değişiyor hayatın. İki dünya savaşından sonra da (ki Birinci savaşın bir de salgınla sonlanması gibi bir durum da var) global toplumsal düzende çok şeyler değişti. Benzer bir şey yaşanacak, ama hangi sonuca gidecek birileri görür muhtemelen.

Bu ara yazmaktan hoşlanmıyorum. Bir yerde enerjim yok gibi. Bir yerde gelecek için yazsam ne olacak diye düşünüyorum, gelip gelmediği şüpheli olan. Sürekli ölümü düşünmenin de etkisi var. Bakalım görebildiğimiz kadarıyla neler gelecek, neler gidecek. Ama eğitim, düşünme, kendini geliştirme gibi konulardaki endişeler diğer daha temel endişelerin altında ezilecek gibi duruyor gittikçe.

Karamsar bir yıl özeti, bile değil

Bugünlerde inanmadığım pek çok şey üst üste geldi. Baktım olacak gibi değil en iyisi listeleyip ortaya atayım da “ben söylemiştim” derken 20 ayrı yazıyı göstermek zorunda kalmayayım yakın gelecekte.

  • Öncelikle takvimde görünen rakamlardan biri değişince hayatta bir şeyin değişeceğine, hele düzeleceğine, inanmıyorum. Tabii düzelmesini umduğumuz konuların, Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinin hangi noktasında olduğu ile alakasız olması bir önemli faktör burada. Ayrıca kullandığımız takvimin tarihi hiç bir gerçek dayanağı olmadığı gibi, astronomik ya da iklimsel döngülerden hiç biriyle alakası olmaması da önemli bir yan faktör. Julius Caesar’ın üvey babasını senatoya zorla tanrı (küçük ‘t’ ile) ilan ettirip ardından kıskanıp kendi adını bir aya verip sonra da o ayı uzattığı (yea, yea compensating for something small, we all know stories, it is the era of Trump after all) bir sistemden söz ediyoruz sonuçta.
  • Bu toplumda (ki kastettiğim bütün (yarı-)”medeni” dünya) bir haltın değişeceğine de hiç inanmıyorum. Sistem(ler) tarih boyunca yıkıla yıkıla, sistem kurucular daha yıkılmaz yapılar kurmayı öğrendiler. Her sistem yıkılır ama bu gittikçe daha zorlaşmış. Bu noktadan sonra bir toptan değişikliğin insanlığın çöküşü anlamına gelebileceğini düşünüyorum.
  • Bu hastalığın tam olarak yok olacağını düşünmüyorum. Zayıflayarak devam edip bir noktada alışıp, ardından gelen ciddi problemle uğraşırken unutacağız gibi görünüyor. Ve bu nokta HIV/AIDS’de olduğu gibi uzun bir süre bekletmeyecek göründüğü kadarıyla.
  • “Yeni yıl”, “yeni umutlar”, “psikolojik destek/dayanak noktası”, v.s. OK faydalı şeyler ama bunları yiyecek kadar hayattan habersiz kişilerle aynı sepette değiliz bence. Faydasını göreceklere kapı açık tabii, istedikleri kadar mutluluk bahanesi bulabilirler hayatta.

Ya böyle işte. Daha kötüsünü isterseniz Ocak ayında, üçü üç ayrı yılda ama aynı günde olmak üzere, benim için önemli dört, hatta beş insanın ölüm yıl dönümleri var. Tek olumlu (!) düşüncem, “İnşallah o listeye yeni insanlar katılmadan bu Ocak biter” olacak bir ay boyunca. Yanisi, sizi sevdiğimden şüpheleniyorsanız bile, ölecekseniz Şubat’ı bekleyin kardeşim!

Yaşamın değişen tanımı

Son derece boktan bir dönemdeyiz. “Hayatta mısın?” sorusunun cevabı “Evet, hala nefes alıp veriyorum!” noktasına kadar düşmüş durumda. Belki bu temel gerçekten daha acıklı olan ise çoğunluğun ortak bir noktada buluşup bu durumu geçici bir sıkıntı diye değerlendiriyor olması. Aslında, kendilerine ve çevrelerine karşı ne kadar maskeliyor olsalar da, gerçekte dönemsel bir krizi yaşamıyoruz. İnsanlık olarak verdiğimiz birbirini takip eden hatalı kararların sonuçlarını yaşıyoruz.

Öncelikle; Yaşamak nedir? Zevk aldığı, mutlu olduğu şeyleri yapmak mı? İsteyerek ya da istemeyerek, tercih ederek ya da mecburiyetler dolayısıyla altında kalınan sorumlulukları başarıyla taşımak mı? Takdir görmek mi? Tanımı her neyse o tanıma göre başarılı olmak mı? Kendinden ve hayatından memnun olmak mı? Hatıralar biriktirmek mi? Herkesin inandığı bir tanım var, hayatın ne olduğuna dair. Herkes kendi tanımını kendi seçmiş değil, belki bu şart da değil. Sonuçta herkes kendi idealini tanımlayabilmeli diye bir umut, ütopya sınırında bir beklenti olur toplumdan.

Bu bakışın homo economicus açısından mı homo politicus açısından mı olduğu tartışılır, ama bence bariz bir resim ortada: İnsanlık ikiye ayrılmış durumda, bir tarafta üretmeden tüketenler, diğer tarafta tüketmeden üretenler var. Bu arada bu durum ne endüstri devrimiyle başlayan bir olgu (lütfen kimse Das Kapital atmasın kafama, elinde fazladan hardcover olan varsa, adres verebilirim) ne de dijital devrimle bitecek… Biraz daha geriye gidip yaklaşık 10.000 yıl önceye bakarsak tarım toplumuyla birlikte üreten/tüketen ayrımı doğmuş. Adını daha açık açık ve utanmadan koyarsak, sömürü düzeninin iki kanadı var. Bu iki kanat arasındaki ayrım da hayatın tanımını kontrol ediyor.

Sömürülen kesim için hayat, yaşama mücadelesi, hayatı sürdürmek, bir saplantı olarak neslini devam ettirmek. Sömüren kesim için hayat daha hedonistik bir akışı sürdürmek, zevki, hobileri mutluluğu kovalamak. İki tarafta da ortak olarak düzeni korumak, değişimden kaçınmak, sarsıntıyı engellemek eğilimleri var. Ancak arada kalmış kesimlerde düzeni sorgulamak ve elindekinin, empoze edilmişin, statükonun dışındakileri arama eğilimi var. Bu yüzden pek çok toplumda; Muhafazakarlık sömüren kadar sömürülen kesimlerde kabul görüyor, sorgulamak her ne formda olursa olsun düşmanca tepkiler çekiyor, hakim kesimler “sahte devrimleri” ezilenlere satıyor ve ezilenler de satın alıyor. Pek çok toplumda kendini “sol” sanan kesimlerin değme faşiste parmak ısırtacak içgüdülerle hareket etmesinin bir “yanlışlık” olduğunu sanmak ise arada kalmış yarı aydınların kendilerini aldatmalarının bariz bir sonucu ve belirtisi.

Dünya neredeyse yüz yıldır görülmeyen bir sağlık krizini ekonomik, politik ve sosyal dar boğazların üst üste yaşandığı bir dönemde aşmaya çabalıyor. Bunun henüz göremediğimiz biyolojik, politik ve ekonomik sonuçları olacak. Bariz olarak nüfus yapısı değişecek, muhtemelen kendini sağlıklı tutamayacak durumdaki bireyler azalırken, nispeten daha iyi durumdaki kesimler bu daha “alt pozisyondaki” toplumsal katmanlara kayacaklar. Muhtemelen bu kesimlerin zeka ve fiziksel/ekonomik/genel yetkinlikler anlamında kayıpları olacak ve mücadele güçleri düşecek. Benzeri olumsuz gelişmelerin insanlığın ianeye muhtaç kesiminin oranını yükseltmesi, servet ve gücün daha dar bir çevrede toplanması gibi sonuçları olacak. Bu seferki krizin soyluları tehdit eden bir burjuva kesimi de olmayacak, köylüleri aldatıp kendi güç mücadelelerinde kullanacak. Yani geleneksel tanımla bir devrim ortamı da doğmayacak. Burjuva olmanın temel şartı okuma yazma bilmek. Farkındaysak eğer, kitaplar artık hobi aracı olarak bile ortada değiller. O kadar okumanın uzağındayız ki bu yazının başlığını emojilerle atmak doğal geldi mesela…

Anestezi teknikleri gelişmeden önce operasyon geçirecek insanların saçlarının tutuşturulup operasyonu fark etmelerinin engellendiği anlatılır. Şu ara hepimizin saçları COVID-19 ile tutuşmuş durumda. Eğer bu yangın sönerse kendimize gelip çevreye baktığımızda çok garip bir resim göreceğimizi sanıyorum.

. TR MOL