Sormak, düşünmek, cevaba aldırmamak

Dün, iyi geçen bir günün akşamında, salakça bir şekilde ayağımı kapılardan birine çarpıp sakatladım. Önce işin biyolojik kısmından bakarsak, bugün saat üçe kadar kırdığımdan, en azından çatlattığımdan eminken, yumuşak doku zedelenmesi v.s. bir noktada kalmışım. Ağrılı ama…

Birkaç kişiyi aradım, sonunda eski arkadaşlarımdan birinin annesiyle hastahaneye gittik, sonrasında biraz oturup, eve döndüm. Ev yine aynı ev, kedi yine aynı manyak kedi …

Böyle durumların etkisi şu. İnsanın sorgulamayı düşünmediği ama sorgulanması mümkün ne varsa hayatında bunlar bir sıra gözünün, beyninin önünden geçiyor.  Dram, sürpriz, yenilen, atılan kazıklar, konuşacak, sorgulayacak çok şey var. Ama son planda cevapların ne kadar önemi olduğu fena halde şaibeli. Bu sebeple yaklaşık son üç seneyi, yani bileğimi kırdığımdan beri geçen zamanı düşündüm. Ne muhasebesini çıkaracağım, ne de hesabı ödeyip kalkmak istiyorum. Sadece gördüğüm bir durum var, ara sıra durup, geriye dönüp bakmak iyi oluyor. Bahane olarak bir hastahane ziyareti gerekmese daha da güzel olacağına eminim tabii.

Kötü olmak

Bunu ne açıklıkta yazmayı becerebileceğimi bilmiyorum. Bu noktada sorguladığım şey, ne benim ifade yeteneğim, ne de okuyanların anlama yeteneği. Kısmen iyi, büyük ölçüde kötü bir durumu anlatacağım ve sözünü edeceğim “kötü” gruba ben girmek istemediğim için kıvırmaya, kıvırmak işe yaramayacağı için de doğrudan gitmeye çalışıyorum. Sıkıntılı yani.

“Kötü” insanlar var çevrede. Sadece adını duyduğunuz birilerinden bahsetmiyorum, en son konuştuğunuz beş on kişiden ikisi ya da üçü olacak şekilde, çocuğunuzu emanet edecek kadar güvendiğiniz arkadaşınız olacak şekilde yakınınızda olan insanlardan bahsediyorum. Bu arada kötülük yapmak için kötü olanlardan da bahsetmiyorum. İyi olduklarına inanan, iyi niyetle hareket ettiğine şüphesi olmayanlardan bahsediyorum.

Bu insanlara, medeni davranışları, hal ve tavırları, yıllardan, ya da ortamdan ya da bağlantılarınızdan gelen hatırları, kredileri, imajları dolayısıyla iyi niyetle yaklaşma ihtiyacı duyuyorsunuz. Öte yandan da bu tür insanların genelde önemsemedikleri, küçük görüp duruma göre çevreyi de ikna ettikleri gerçekten iyi olan, gücü yettiğince iyi olan insanlar arada atlanabiliyor, görülmeyebiliyor, değersiz görülebiliyor. Burada bilince dair ilginç bir durum var. Kendindeki kötülüğün bilincine varmak insanı iyi olmaya götürüyor, kendindeki iyiliğin bilincine varmak daha kişiye, ortama göre değişken sonuçlara yol açıyor gibi duruyor.

Ben kendimi nerede gördüğüme hiç girmeyeceğim. Ama farkında olmamaktan utanç duyduğum iyilikteki insanları maskeleyen, iğrenç kötülükte insanlar tanıdığımı biliyorum.

Hayatın götürdüklerine ve geçmişe dair

Ural Gergin, babamla adaş, aynı mahallede büyümüş, düzgün insan olmanın örneği biriydi. Ben kızından ve ailesinden ayrıldım, ama o bana elinden geldiği kadar uzaktan babalık yapmaya devam etti. Bir gün “Yine evlenmek istersen, kız istemeye ben gelirim, eski kayınpederin yanında olursa insanlar güvenir” demişti.

Bir gün söyleniyordum kendisine. “15-16 Haziran’ı kırk yaşımda yeni öğreniyorum, neden anlatmadın zamanında?” diye. Az konuşan bir adam olarak kendi için uzun bir konuşma yapmıştı. Ama özeti tek cümle; “Bizim geçmişimizde yaşamayın” demişti. Çok konuşmuyor olabilirdi ama en azından fikirleri, hayat görüşü tutarlıydı. Bilenlerin bildiği bir sosyal/politik ortamdan döndükten sonra da özet olarak; “Gençler bize bir şey yapmışız, kahramanmışız gibi bakıyorlar, biz elimizden geleni yaptık işe yaramadı, siz hiçbir şey yapmıyorsunuz” demişti.

Alışmışımdır artık diye düşünüyordum, insanların çekip gitmesine. Yılda üç beş kere de olsa konuştuğum insanları artık göremeyecek, duyamayacak olmaya. Alışmamışım…

Bir gece daha geçerken

Normalde tutmayacak şekilde Pazartesi sendromum tuttu. Neden sakladığımı kendimden bile gizlediğim, çöp gibi kötü ama atmaya, satmaya, vermeye kıyamadığım bir sigarayı içtim, belki de sömürdüm demek lazım. Dumanı altında oturuyorum şimdi, kendime gelmedim, kendimden gitmedim, unutacaklarım aklımda, hatırlayacaklarım unutulmuş…

En özlemeyeceğimi, görmesem aklıma gelmeyeceğini düşündüğüm bir tanıdıktan dolaylı bir mesaj aldım demin. Her ne kadar söylediği, sözlediği, anlatmaya çalıştığı şey bu değildiyse de, kendini övmek hayatta en uzak olduğu şey olsa da, benim mesajından okuduğum şey ne kadar iyi bir insan olduğu oldu.

Oluyor bazen, çok önemsiz ya da saçma bir konuşma uzun bir zaman için son konuştuğunuz şey olarak kalıyor. Şimdi düşünüyorum da kendisiyle yüz yüze en son ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum bile. Muhtemelen canına okuyan sevgilisi dolayısıyla dalga geçmiş olabilirim. Erkeklerin, kadınlara itiraf etmeseler de aralarında en sık konuştukları konulardan biridir bu arada, canlarına nasıl okunduğu hanımlar tarafından…

Geri dönüp bakınca bir sürü insanla son konuşmamız ne olmuş diye, çoğunlukla, saçma ya da boş konular olmuş. Düşünüyorum, şimdi aşırı sigaradan düşüp ölsem, arkamdan en çok söylenecek söz herhalde “Tekila’nın poposunu temizlerken ne kadar gürültü yaptığını konuşmuştuk en son” olacak. Ya da şansım varsa “memleket artık rakı sofrasında bile kurtulamıyor demişti” falan diyecekler.  İpe sapa gelir konulara o kadar az örnek var ki; Bostrom ya da Brooks hakkında en son ne zaman biriyle konuştuğumu hatırlamıyorum bile.

Valla geçenlerde, okuldan ve en son geçen yüzyıl gördüğüm bir arkadaşımla uzunca bir oturup konuşma şansım oldu. Memleketin kültürel ve etnik yapısı, ümmet, millet, kültür, şehirler, semtler, camiler, kiliseler, savaşlar, işgaller  epey bir konuştuk.

Ufff, neyse bu saatte kimse okumaz bu yazdıklarımı zaten de, ben biriktirmeden yazayım dedim sanki.

Yazmak, yazmamak

Bugün kıymetli birine “sen yazmamış gibi, ben de okumamış gibi yapsaydık” dedim bir yazısı için. Devamı uzundu, ne orada uzattım, ne de burada yazmayı istiyordum. ama o kadar beni düşündürmeyi beceren bir insan ki, kafamda dönen düşünceler durmadı bir türlü…

Bu ara çok yazmak, okumak istemiyorum. Ama seyredebileceğim en ticari Amerikan dizisi de, dinleyebileceğim en pespaye müzik de kafamı durdurmuyor. Okumamış gibi olmakla, yazmamış gibi yapmakla, düşünmemiş ve düşünmüyor ve düşünmeyecek gibi olmaya çalışmakla bir şey değişmiyor.

Çok fazla kelebek uçuyor kafamda, ama sık sık dönüp gelen bir tanesi var. Kendi kıymetinden şüphesi olanlar saygı görme peşinde, kendi aklından şüphesi olanlar akıl verme derdinde. Kimlik, aile, aşiret, kabile, millet, çevre, aşk, dostluk, arkadaşlık, para, bilgi, zeka, cazibe, güzellik, güç… Herkes birşeyi ispat etme, bir şeye ulaşma, bir şey olma derdinde. Hepsinin ortasında merkezinde kabullenilme ihtiyacı var.

Kabullenilmek için önce insanın kendisini kabul etmesi lazım. İşte o yok sanırım ortamda. Hemen herkes başkalarının kabulüne, saygısına göz dikmiş durumda. Az sayıda istisna var, kendini anlamaya, kabul etmeye, keşfetmeye çalışan.

Ben neredeyim o ayrı bir soru. Çok soruyorum, az yazıyorum, çok okuyorum, az konuşuyorum bu ara. Net olarak bildiğim şeyler fazla değil, soruları nispeten daha iyi biliyorum, en azından cevaplara ihtiyacım olduğundan şüphem yok dolayısıyla. Babam özet olarak “herkese çocukluğundaki hayat daha güzel görünür” derdi. Haklıymış, ama haklılığının ne kadarı büyüdükçe bizim değişmemizden, ne kadarı hep beraber, el birliğiyle hayatı batırmamızdan onu bilemiyorum.

. TR MOL