Okumayı yeniden öğrenmek

Babam kitapların köşelerini kıvırarak işaretlememe kızar, ama kendisi önemli yerleri. altını çize çize giderdi. Bu konuda bir türlü ders alamadım. Uzun süre kaldığım yerleri üst köşeden, önemli kısımları alt köşeden kıvırarak işaretlemeye devam ettim. Son zamanlarda önemli yerleri üstten kıvırıp kaldığım yeri kurdele ya da araya bir şeyler koyarak işaretliyorum.

Bugünlerde bu da sorun olmaya başladı. Elimden bırakmak, atmak, evde unutmak için mücadele ettiğim iki üç kitap var, ne yapsam etsem bakıyorum yine çantama girmiş, köşelerine yerleşmiş yola çıkmak için beni bekliyorlar. Böyle bir kedim vardı, kapıdan çıkacağımı anlayınca çantaya çöreklenirdi, bu kitaplar da öyle. Ama yakında biraz daha zorlarsam kitapların tamamını üst köşeden kıvırıp geçmem gerekecek, böylece okunamaz hale getirip rahatlayacağım sanırım. Yaş sıralamasına göre 1850 yılla dokuz ay arası değişen kitaplardan söz ediyorum. Bu durumda orta yaşlı sayılabilecek arkadaştan bir alıntı yaparsam.

Dünya üç beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme; Eşek eşeği beğenir:
Hayır var sana kötü demelerinde.
 
Dedim: Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş,hiçbir şey bildiğim yok.

Demiş Hayyam, şarapla şiir arasında gidip gelirken. Ders almak lazım…

Kirazlar

Ben daha bir yaşına gelmeden ailem Yarımca’ya yerleşti. Artık pek hatırlayan kalmadı ama; “Türkiye’nin en büyük köyü” (1975’de 36.000 kişi…) olmadan önce, Petkim, İpraş, İgdaş ve Marmara Tersanesi ile Türkiye’nin en büyük sanayi merkezlerinden biri olmadan önce, Disk’le Türk-İş’in çarpışma noktası olmadan önce, Yarımca kirazlarıyla meşhur bir balıkçı köyüydü.

Aslında yazdıkça, ne kadar şanslı bir çocukluk yaşadığımızı anlıyorum. Millet Istanbul’da sabah çıktığı eve akşam dönüp dönemeyeceğini bilemezken, Yarımca’da solcusu, sağcısı sendika temelli sosyal politikalar üzerine siyaset konuşurdu. Evlerde tartışmalar, toplantılar olur ama kimse kimseyi bombalayarak, kahvesini tarayarak, domuz bağına alıp ensesine sıkarak öldürmezdi. İnsanlar birbirlerinin politik görüşlerini, oy verdikleri, çoğu zaman “tutukları” partileri bilir, ama oturup yıllardır göremediğim medeniyette politika tartışırlardı. Daha ötesi etnik ayrımın ne olduğunu bimeden büyüdük ki, nasıl bir nimet olduğunu ancak yıllar sonra anladım. Ne benim dört milletten gelmem konu oldu, ne de iki yaşında tanıştığım en eski arkadaşımın annesinin Türkmen, babasının Kürt olması sorun çıkardı. Babamın fabrika vardiyasından gelemediği geceler, biz “Kürt ve mert” birine emanettik, onların babası gelemediğinde “Tatar ve abi” olarak benim babama güveniyordu insanlar.

Ortalık cennet değildi tabii, Yarımca’nın da bir mafyası vardı, Türkiye’nin endüstriyel uyuşturucu ithalatının önemli kısmı yakındaki Derince limanından girip Yarımca üzerinden dağıtılırdı. O dönemin sosyo-ekonomik profilleri dolayısıyla “eroin kullanan şımarık zengin piçlerine” çok acıyan da yoktu çevrede. Kimsenin yerli malı, tarım ürünü esrarın lafını bile ettiğini hatırlamıyorum. Eroin trafiğini yöneten “abiler” komşularının çocuklarını korumak adına her tür uyuşturucuyu yasaklamışlardı. Orada yıllarca yaşadım, en zengin ailelerden birinin problemli bir oğlu dışında müptela, kendi malını kullanan bir küçük dağıtıcı dışında ölen birini duymadım.

Bu ortamda Yarımca’nın fabrikalardan önce meşhur olmuş önemli ürünü kirazdı. Özellikle de, Istanbul’a gönderilen Dalbastı kirazı dışarıda bilinirdi, daha güzel olan Karabodur çoğunlukla tezgaha bile çıkmadan hediye olarak sepet sepet komşulardan gelirdi. Böyle bir yerde büyüyünce, çok şaşırtıcı olmayan bir şekilde kirazı çok sevdim. Annem de o sıralar hiç iştahı olmayan incecik oğlu bir şeyleri isteyerek yiyor diye ilk çıktığı günden bittiği güne kadar evden eksik etmezdi.

Bir gün, daha net olmak gerekirse 1976 Mayıs ayında kızamık oldum. Çok arkadaşımın doktoru olan Rıdvan amca bir araba ilacın yanında bir de müjde verdi, “alerjik reaksiyon verebilir, iyileşene kadar kiraz yasak” dedi. Açıkçası saflık mı kurnazlık mı hala bilmiyorum, annemin doktorumla ciddi ciddi pazarlık ettiğini görene kadar aldırmadım, “nasılsa bir şekilde yerim” diye düşündüm sanırım. Fakat annemin “günde beş tane, ama dikkatli olun, hemşiresiniz şoka falan girerse diye dikkat edin…” şeklinde müsade aldığını görünce çok kötü olmuştum. Hâlâ, her senenin ilk kirazını yediğimde, o günlerde akşam yemeğinden sonra metal çay tabağı içinde gelen beş tane kirazı hatırlarım.

Bu sene ekstra bir durum var. Canım her kiraz istediğinde annemi hatırlıyorum. Haziran’ın ortası geldi ama sera malı, aşırı pahalı ve lezzetsiz kirazlar dışında bir şey Istanbul’a gelmedi sanki. Her yediğim kirazda, ailemin hastalığım yüzünden bana yediremediği, özeneceğim diye kendilerinin de yiyemedikleri kirazları düşünüyorum. İnsanlar özenen çocuklarına bu fiyatla ve bu düşük kalitede, ne yediriyorlar onu merak ediyorum.

Çocukluğumun bir parçası daha ölmüş gibi hissediyorum. Bunun ne kadarı ekonomik problemler, ne kadarı ağaç ile odun arasındaki farka aldırmayan kültürümüzden geliyor bilmiyorum. Geçen yaz, birine, çok sinirlenip kavga çıkmasın diye arabaya atlayıp İzmit’e gidip gelmiştim. O sırada Yarımca’da da gezdim, Ben çok kiraz seviyorum diye alınan, sonra evlenirken çıkan masraflar için satılan kiraz bahçesi dahil ortada bahçe falan kalmamış, her taraf kelimenin tam anlamıyla beton yığını… Sanırım biraz da göçebe kültüründen kaçışın sonucu bu. Mezarlıklarımız bile beton ve mermere boğulmuş durumda. Kiraz bahçelerinin ne gücü olacak buna karşı çıkacak?

İki ölüm yıldönümü olmak

28 Ocak çok özellikli bir tarih değil, genelde geçtikten sonra hatırlıyorum, ama Ramazan’ın son gününü unutmanın yolu yok…

Bir zaman sonra özlemin şekli değişiyor. Arkamda MacCrimmon ve Baba Zula çalıyor bir yandan…

Ben bir martı olsam
Uçsam denizlere
Rüzgarlara açsam
Giderim sehere

Düşünüyorum, benden daha iyi değerlendirirdi müziklerini, aynı mekanda olsa tambur, ya da cümbüş bulup bir yerden oturur muydu acaba yanlarına diye…

Yok işte, giden gelmiyor. Demin baktım emin olmak için,  gerçekten de yirmi yıl olmuş bu sene. Yirmi bayramdır, bayramın sadece adı var.

Objektif olmak ya da olmaya çalışmak

Eksik, kötü, hatalı, problemli, sıkıcı, bozuk, kalitesiz, mutsuz, üzücü, faydasız, gereğinden uzun, haksız, adaletsiz, dengesiz, ahlâksız….

Bilmiyorum hayata dair ve kötümser kaç sıfat daha bulunur, Öte yandan…

Vazgeçilmez, eğlenceli, garip, eğitici, ilginç, umut kaynağı, soru kaynağı, merak odağı…

Adet olarak tutturamasam da olumlu şeyler de var. Denge sağlamak mümkün değil, öte yandan ne kadar şikayet etsek de, vazgeçilmez çok şey var hayatta.

İki noktanın, garip şekilde ve muhtemelen kıymetini en azından benim takdir etmekte zorlandığım seviyede önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri, yargılamanın gereksizliği. Bunun detayına kısaca gireceğim birazdan. Diğeri ise öğrenmenin sonunun olmadığı.

Bir insanın hayatındaki en karanlık iki andan biri (evet bu yazı olumsuz bir havada gidiyor, yok yapacak bir şey…) “ben oldum”, ya da “bilmem gereken herşeyi öğrendim” dediği an. Bu yanılgı o kadar büyük ve korkunç bir şey ki garip şekilde kendi felaketini de içinde taşıyor.  Bu çukura düşmeyen, hayatı boyunca öğrenmesi gerektiğinden bir an bile şüphelenmeyen bir insan tanımıyorum, belki vardır, ama ben daha rastlamadım. Daha ötesi çukurun içi de rahat, ne bir daha okumak gerekiyor, ne birinden nasihat dinlemek, ne de -en çekicisi muhtemelen- bir eksikliği olduğunu kabullenmek. Dolayısıyla girmesi kolay, çıkması zor bir durum. Gerek benim için, gerek bildiğim kendini kurtarmış diğer insanlar için kurtuluş yolu genelde acılı br şekilde muhteşem bir cehaletin acıklı darbesi ile kendine gelmekten geçti, geçiyor, geçecek. Daha acıklı olan ise, cehaletin getirdiği darbe her ne ise, ki ille bir darbe yaşanıyor, bazı insanların bundan ders almak yerine problemi yan komşularından, sokakta miyavlayan Mart kedilerine, Moğollar’dan Yunanlılar’a dış güçlere, ya da özet olarak “ben” olmayan herşeye bağlamaları. Bunun sonucu görmek için kafayı kaldırıp sağa sola bakmak yeter.

Diğer kara an ise sanırım açık; İnsanlar cehaletleri ile ilgili girdikleri kötü durumları yamadıkları odakları nasıl suçluyorlar? Onları yargılıyorlar, bakıyor, inceliyor, hatalı, eksik, bozuk, bizden olmayan bir özellik olup bunu “kabahatin kökeni” olarak ilan ediyorlar. Bu hakkı kendilerinde neden gördüklerini ise genelde açıklamaya tenezzül etmiyorlar bile, muhtemelen girişseler açıklayamayacaklarının bilinç altlarında farkında olmaları dolayısıyla.

Düzelmeyeceğini bildiğim şeylerden neden şikayet ediyorum bilmiyorum. O kadar çok kriterle mutsuzluğa, hem kendi mutsuzluklarına, hem başkalarınınkine yol döşeyen insan var ki hayatta, çevrede; Kabullenmek mi, aldırmamak mı, mücadele etmek mi en doğrusu tartışılır.

Kalıplar, görüntüler

Bu Ramazan iki kere önünden geçtiğim bir iftar sofrası oldu, eve yakın bir yerlerde. “Bu akşamın iftarı bilmem kim bey’in ikramıdır” falan yazıyor. Daha önce görmemiştim, dolayısıyla eğer yaygınsa da bu iki yüzlülük, ben gereksiz yere şaşırıp size bildiğiniz bir hikaye anlatıyorsam üzgünüm.

Kişileri değil de toplumu yargılamak gerekiyor sanki. Ne tür bir kalıp içinde düşünerek, temelde “iyilik” olması gereken bir hareket görüntüsü için yapılır? Bunu doğallaştıran toplumsal değişim nedir?

Ya geçenlerde gördüğüm teravihten video çekip yayınlayan insana ne demeli? Her şey bir yana, haydi “ibadet gösteriş için yapılmaz” falanı aştık, namazın arasında telefonu açıp kayda nasıl soktun, ben yürürken fotoğraf çekmekte zorlanıyorum?!

Valla, görüntüye dayalı yargılama yapan insanlardan bıkalı çok oluyor, onlar kendilerinden ne zaman bıkacaklar bilmiyorum. Kendilerini kime beğendirmeye çalışıyorlar bilmiyorum. Çocukluklarında nasıl bir travma yaşamışlar da bu kadar derin bir kabul görme açlığındalar onu da bilmiyorum. Asıl soru yukarıdaki tabii, bu insanları yetiştiren toplum nasıl düzelecek, işte onu hiç bilmiyorum.

. TR MOL