Ben küçükken annem aklına gelen kötü şeyleri “şeytan şöyle yap diyor” diye anlatırdı. Şeytan’ı savunacak halim yok, onun da benden savunma beklediğini sanmam. Ama bakıyorum insanlara da, “örnek”, “ideal” v.s. insanların iyi tarafları aşınıp gidiyor, gözümüzün önünde.
Bazı günler hayatın güzellikleri içinde ufak problemler bulup bunları göz ardı etmekle, hayat zaten batmış bitmiş aradan ufak bir cevher bulunur mu diye çabalamak arasında gidip geliyoruz. İnsanın kendini sevmesi lazım, bu konuda şüphem yok. Ama insanın çevresini, hayatını da sevmesi lazım. O çevreyi, o hayatı kuran, geliştiren, güzelleştiren öte yandan da bozan, çürüten, keyfini kaçıran bizleriz.
Author: Can Baysal
Knowing
There is a difference between data and knowledge. There is a difference between memorising and understanding. There is a distance between societal norms and moral values. Being powerful and rightful are two distinct concepts. Age does not provide experience. Experience does not make you right. Strength is not the power you can project, but it is your effect. Actual respect comes from people, who does not expect anything in return. Life is boring, fun is temporary, only memories remain.
Kavram Kargaşası ve Günlük Hakkında
Okula gitmekle eğitimi, arabayı çizmesin diye çocuklara iki üç lira vermekle iyilik yapmayı, bir performans seyretmekle kültürü karıştırmayı seviyoruz. Kitaplar metreyle ya da rengine göre alınıyor. Saygılar cüzdanın kalınlığı, kredi kartının rengi, ünvanın havasına göre gösteriliyor.
Hayat diye de günlerin geçişini kabul edince iş bitiyor sanırım.
Blog kelimesi weBLOG’dan bozmadır ya, hani olanları kaydetmek, jurnal, günlük tutmak ve bunu web üzerinde yapmak v.s., umarım malum… Son günlerde evimi taşımaya çalıştığım için eski günlükler, notlar elimden geçiyor.
İyimser bir bakış açısı ile bakmaya çalışınca; Bugünlerde yazdıklarımdan çok daha karamsar şeyler yazdığım olmuş zaman zaman, hatta muhtemelen çoğu zaman, çünkü karamsarlık yazma isteğini canlandırıyor görünen o ki… Yani daha bile kötü günler gelmiş ve geçmiş hayatımızdan.
Kötümser bir bakış açısıyla bakmak gerekmese de, göz görüyor tabii; Daha elli yaşıma gelemedim, yaklaşık yarım asırda geçen kötü, sıkıntılı, krizli, zamanlara bakıyorum da: Nasıl, neden, ne akla hizmet bu kadar ders almadan yaşayıp, bu kadar boş zaman geçirmeyi beceriyoruz, ayrı bir merak konusu.
Standard akışlar
Gördüğüm kadarıyla bütün şamatanın, çabaların, farklılaşma uğraşlarının ardından hepimiz aynı akışı yaşıyoruz. Geliyoruz, biraz oyalanıp, sonra da gidiyoruz. İlginç şekilde bu hayatın bütünü için geçerliyken, hayatın bütün günleri için de tek tek geçerli. Uyanıyoruz, yaşıyoruz, uyuyoruz. Uykuya “küçük ölüm” dendiğini de düşününce tam oturuyor.
İnsanların rutine olan sevgisi de bu yüzden, birbirini tekrarlayan ardışık günleri yaşamanın kolay bir tarafı var. Her sabah kalktığında o günü neden yaşamak zorunda olduğunu sorgulamak zor, tıpkı hayatı neden yaşamak zorunda olduğunu sorgulamanın zorluğu gibi. Bunun yerine, kahvaltını et, trafiğin işkencesini çek, 8-12 saat arasında zamanı işine, patronuna, müşterine feda et ve aynı trafikle eve dönüp uyu… Yeter ki düşünmek gerekmesin. Hayat için de benzer bir zincir var, doğ, oku, evlen, senden sonraki köleyi dünyaya getir, kölelik konusunda yetiştir, sıranı sav, çek ve git.
Bir zamanlar çok duyduğum bir laf vardı, yaşamak için yemek ya da yemek için yaşamak” diye. Bugünlerde eski modası kalmadı galiba. Buna paralel olarak bir arkadaşım sık sık “pahalı yemekler, pahalı gübrelere dönüşür” derdi. Bu tür laflar güzel tabii, ama insanın konuştuğu gibi yaşaması ya da yaşadığı gibi konuşması lazım. Yaşamak için mi günleri geçiriyoruz, günleri geçirmek için mi yaşıyoruz? Ya da özet olarak, harcadığımız zamana, emeğe, değecek hayatı yaşıyor muyuz? Para için, güç için, başkalarının saygısı için insanlar hayatlarını tüketiyorlar. Hatta daha acıklısı kendi hayatlarının yanında, diğer insanların hayatlarını da tüketiyor, sömürüyorlar. Sonuçta ellerinde kalan üç aşağı beş yukarı bir seksen derinliğinde bir çukurda bir avuç toprak. Üzerine ne kadar mermer yığılsa alttaki toprak aynı…
Çok isterdim Refik Halid’in neşeli, hatta Sait Faik’in acıklı hikayelerinden birinde yaşamayı. Ama gerçek hayatta “olay” yok, sadece rutin var, insanların “macera” arayışıyla renklendirmeye çalışıp durdukları. İngilizce’de “no news is good news” diye bir laf vardır, başka şeylerin yanında, durumu ve gerçeği kabullenmiş olmanın bilgeliğini gösteren. Yaşayın bakalım, nereye kadar giderse…
Anadolu’dan kısa bir iki not
Bugün Hendek’te bir işim vardı. Tabii insan bir saat Hendek’te, bir iki saat İzmit ve Derince’de zaman geçirmekle bilgeliğe ermiyor. Ama unutulanları hatırlamak mümkün o kadar kısa bir zamanda da. İnsanların koşmadan yaşadığı, birbirlerinin korkunç dedikodusunu yapıp ona rağmen yüz yüze bakmaya devam edebildiği, paranın yokluğu kadar varlığının da dert olduğu bir hayat var, uzun zamandır uzak kaldığım(ız). Ankara, itiraf edilmese de mevcut Istanbul özentisiyle, İzmir kendi sebepleriyle bu rahatlıktan mahrum artık. Istanbul’u hiç düşünmeye bile gerek yok. Ama bir şekilde “rahat” yaşamak mümkün, bu hayatta ve bu toplumda, en azından bazı lokasyonlarda.
Tabii bırakın Anadolu bakışını, kentin (kent ismi belirtilmezse, Istanbul gizli öznedir, Istanbul dışındaki her yer de taşra, malum…) varoşlarında yaşayanları bile anlayamadan, bu konuyu ele almak çok pratik faydası olan sonuçlar doğurmayabilir, önce yakın noktalara bakmak lazım. Geçenlerde “Çok sıkılırsam Derince’deki evi satıp parasıyla bir yerlere giderim” diye kuruyordum kendi kendime. Aksine Istanbul’daki evi satıp Derince’ye gitmek daha akıllıca olabilirmiş, tabii çok sıkılırsam….