Post Reader

Bir kişi daha eksilirken hayatımızdan

Sabah teyzem aradı. Ailenin asosyal ve küçük çocuğu olarak katılmadığım WhatsApp grubundan amcamın vefat haberi gelmiş. Teyzeler böyle şeyler için işte, “bu telaşta seni unuturlar” diye telefon etmiş. Bir kişi daha eksilirken hayatımızdan konudan haberdar oldum böylece.

Hakkında söylenebilecek çok şey var. Kesin olan şu ki, iyi adamdı. Her ne kadar neşesini alamadıysam da -bir insanın 80 küsur yaşında prostatla ilgili kaç farklı şaka yapabileceğini bilemezsiniz- amcamdı. Gevezelik ve çocukça halimi ondan aldığıma dair iddialar kuvvetlidir aile içinde. Ne demeli bilmem ki. Ailenin fotoğraf arşivinin ciddi kısmı bende. Pek çok fotoğrafta aramızda kalan tek kişi oydu. Artık o fotoğraflar geçmiş gitmişlerin resimleri oldu.

Sanırım amcamı hatırlamak için bu halini göz önüne getirmeyi tercih edeceğim. Benim bu yaşımdan gençken ve olgunken de hatırlıyorum ama sonuçta babaannemi çok severdi, onun da ilk çocuğu, bağları kuvvetliydi gerçekten. Babaannem 17-18 yaşındayken kucağına almış, ölene kadar birbirlerine destektiler…

Gidenler gidiyor, biz arkalarından bakarken…

Gece, kar ve kediler

Gece, kar ve kedileri severim. Ama uykumun bitmiş olmasını, kar yüzünden hayatın durmasını ve kedilerle ilgili bir sürü şeyi bu gece sevmiyorum.

Buraya yazdıklarım kalıcı olmayacaklar. Bir gün, bir sebeple bu adres, adresin tutulduğu server, olmadı Internet, olmadı ben biteceğim. Gerçi Mezopotamya’da ya da mirasçısı bir toplumda, Çin’de veya oranın mirasçısı bir toplumda yaşayan krallardan değilsem saçmalıklarımı taş duvarlara kazıtan, eninde sonunda yazdıklarım silinip gidecek. Ama bariz bir değişim var hayatta, gelişme diye satılan. Teknoloji ilerledikçe geriye bir şey bırakma şansı azalıyor insanların. Neden yazıyorum dolayısıyla, gerçekten de pek bir fikrim yok.

Yine bir gece, yine COVID başladığından beri uyku düzeni bozulan insanlar yazmaya başladılar twitter’da “hala uyumadım” diye. Kimi çalışmaktan uyuyamıyordu, kimi boş boş otururken aklına üşüşenlerden. Mutsuzluk bizim tekelimizde değil, değildi de. Ama görünen o ki eskiden “insanlığın dertlerini düşünmekten uyuyamamak” filozofların rolüymüş, artık toplumsallaştı. “Yaşasın demokrasi!!!”

Bu sene kaçıncı olduğunu kaçırsam da en azından üçüncü kere kar yolları kapıyor. Gerçi bundan öncekilerde yaşattıkları saçmalıkların korkusuyla aşırı tedbirler aldılar, bakalım bir işe yarayacak mı? Ama sembolik olarak durum ortada, kar yolları kapıyor ve çaresiziz. Kar yolları kapadı ve herkes 1987’yi nostaljiyle anıyor. 1987 gibi berbat bir yılı özlüyor insanlar. Yani aslında değişen bir şey yok, düzen aynı düzen.

Demin pencereden bakıyordum ve bahçe kedilerinden biri karda geziyordu. Bir kedi bu saatte karda ancak avlanmak için gezer. Kardeşlerini evlerimizde tuttuğumuz vahşi avcılar, bizden fayda göremeyince asıllarına dönüyor. İnsanların asılları ise çok derinde, kolayca su üstüne çıkmıyor. Tekila yakında gidecek, ondan sonra ne yapacağımı düşünüyorum, karanlığın içinde yalanmasını dinlerken ve cevap bulamıyorum. Keşke babam miras bırakırken, kedi aşkını da bohçaya koymasaydı diyorum ama çok geç tabii.

Anlamak ya da anladığını sanmak

Anlamak ve anlatmak hayatımızın hem önemli olgularından biri. Hem de en çok göz ardı en çok edilen olgularından biri. -buraya bir “ne yazık ki” gelmeli-. Sosyal medyadan, kahvehanedeki boş sohbete, ağzından yalandan başka laf çıkmayan politikacıdan, toplumun kendini rahatlatmak için uydurduğu yalanları -Orta Asya’dan Çinliler üzerimizden ve içimizden geçtiği için değil de iki üç jeolojik çağ önce kurumuş iç deniz yüzünden göçtüğümüze inananlar parmak kaldırsın, güzel bir köprüm var satacak- ders diye anlatan öğretmene durum değişmiyor.

Aslında aşkın sevdanın gizemli yolları dahil hayatımızdaki her tür ilişki bu anlaşılma ihtiyacına dayanıyor. Sevgilisine “beni anlamıyorsun” demeyen varsa aramızda ya ergenliğe girmemiştir henüz ya da ciddi bir vakıa ile karşı karşıyayız. İşin gerçeği insanların çok fazla mesajları da yok son planda bakarsak; Yalnızım, sıkılıyorum, şunu istiyorum, bunu istemiyorum… Sanırım bir iki ekle bu liste biter.

Karadenizin üç tarafından ve Anadolu’dan 19. YY.’da Istanbul’a hicret eden dört ailenin torunu olarak ortalamanın biraz üzerinde sinik bir bakışım olabilir ama babamın zamanında dediği gibi “ne gezmek için gelip beğenip kalması, 93’de Ruslardan kaçmışlar”. Bu bakışla, gidersek, ki ben gitmek zorundayım, “bakın ne kadar neşeliyiz” diyen insanların tuvalete kapanıp ağladıklarını düşündüm ve hissettim hep. Bu “iyi bir şey yaşanmıyor” demek değil. İnsanlar gerçekten iyi bir şey yaşadıkları zaman bunu anlatmak için hevesli değiller. “İyi” bir şeyleri anlatanlar genelde mutsuzluklarını maskelemek için konuşuyorlar. Kocasından sıkıntısı olan kızını Viyana’da konsere göndermekten bahsediyor, kızından sıkıntısı olan çocuğun, içeriğini de anlamadığı, lisans eğitimiyle öğünüyor.

İnsanlığı sırtımı dönüp “hepinizden çok sıkıldım” demek isterdim. Ama insanlık hep buydu, değişen bir şey yok. Sadece ben büyüyorum sanırım.

Hayatın bütün sıkıcı taraflarıyla…

Güzel bir şeyler yazamamak mı, yoksa güzel bir şey yazılamayacağını anlamış olmak mı asıl sorun, aralarında gidip geliyorum. Hayat son iki yıldır içinde yaşadığımız bu salgının sembolü halini aldığı şekilde kötü gidiyor. Ekonomik sorunlarımız çok ciddi boyutlar aldı. Türkiye bu konuda yalnız değil, ama muhtemelen en ciddi darbe alan yerlerden biriyiz. Hayat kalitesi denen şeyin adı bile kalmadı ortamda, eminim hala mutlu mesut hayaller içinde yaşayan insanlar var. Ben kendi halimden şikayet ederken benden kötü durumda insanlar olduğunun farkındayım ama bu kendime üzülmeme engel olmuyor. Muhtemelen benim hayatım boyunca gelmediğim, gelemeyeceğim refah seviyesinde olmalarına rağmen depresyondan başlarını kaldıramayanlar da vardır. Sonuçta kimin neden şikayetçi olduğundan bağımsız olarak, herkesin şikayet edecek bir (sadece bir?) konusu var.

Hayat iyiye gitmeyecek, herkes farkında olmalıydı bunun, değil mi? Bu konuda çok şüpheliyim, muhtemelen insanlar gelecek güzel günlerin hayalleriyle yaşıyorlar, tıpkı geçmiş güzel günlerin hayallerde kaldığı gibi, geleceğin rüyaları da hayallerde kalacak. Olumlu beklentiler normal şartlarda iyi bir şeydir. Ama artık, ve aslında epey bir zamandır, dünya normal şartları yaşamıyor. WTC’nin yıkılması sembol olaylardan biriydi, anormalleşmenin haberini veren, COVID-19 bir başka sembol. Politik olayları, suikastleri, savaşları, hakkı yenen güçsüzleri, sömürüye önderlik eden güçlüleri nasıl görmeden, nasıl göz ardı ederek, nasıl unutarak yaşanır? Ama bakıyorum ve toplu bir unutma çabası içinde yaşadığımızı görmekten kurtulamıyorum..

Belki bir meslek hastalığı, ama farklı ve dağınık konuları birleştirme alışkanlığım var. Küresel ısınma da dahil içinde olduğumuz felaket trendlerinin bir noktada birleşip bütünleşeceğini ve muhtemelen son noktada dünyanın bizden kurtuluş trendine aslında girdiğini düşünüyorum. Bu basitçe bir felaket senaryosu hayranlığı da değil. Nüfus artışı oranlarına bakıyorum, sıcaklık ortalamalarına bakıyorum, ekonomik göstergelere bakıyorum, kötüye gidiyor olmalarının ötesinde trend olarak tarihte görülmemiş bir hızlanmayla kötüye doğru gidiyorlar. Bu kadar ölçülebilir olmayan şekilde toplumsal cehaletin ululanmasını, politik aktörlerin durumunu görüyorum, resmin hiçbir noktasında olumlu bir işaret yok.

Hayatı farklı formlarda bir iki ortak kalıba sokmaya eğilimliyiz.

Mesela çoğunluk hayatını bir döngüler grubu içinde yaşıyor ve bunu seviyor, inkar etseler, aksini iddia etseler de. Bu grubun 08:00-17:00 döngüsünde yaşayanları var, her yaz yüzmeye, sınırlı olarak het kış kayağa giden zenginleri, her yaz çocukları köye gönderenleri, her evlilik yıl dönümünde pahalı hediyeler alanları, her sevgililer gününde yemeğe çıkanları var.

Hayatı kademeler halinde yaşayanlar da kalabalık bir kitle. Bunlar kimden üstün olduklarını, kimin onlardan üstün olduğunu bilmeden yaşayamıyorlar. Bu yüzden ilk tanışmada meslek, okul, memleket hatta burç sorgulanıyor, bu yüzden otobüste kimin yer vereceğine dair kalıplar gelenekselleşiyor, bu yüzden misafirlikte büyükler kahve gençler çay, çocuklar meyve suyu içiyor.

Yanisi şudur ki, üst katmanlarda da, alt katmanlarda da dolap beygiri gibi dönmekte olan kalabalık bir kitle var, bu döngüye ayak uyduramayan veya uydurmayanları öğütmeye çalışan değirmeni çalıştıran.

Bu bir yılbaşı yazısı değil, bu arada. Yılbaşıyla pek alakam yok; Çocukken kendimi aldatmak kolaydı, gelecek sene daha güzel olacak diye. Büyürken de salak toplumsal kalıplara kapılıp ama ona ayıp olmasın, aman buna ayıp olmasın, aman sosyal çevre sağlam kalsın diye diye gereksiz masalarda gereksiz zamanlar harcamak aptallık eseriydi. İşte büyük bir kitle de o kalıpların içinde akıp gidiyor. Bir kısmının içmek için bahanesi, bir kısmının beceremedikleri sosyalleşme üzerine daha güvenli bir teşebbüs alanı.

Özet olarak gidişat pek parlak değil, düzelecek mi bilmiyorum, düzelmesi için bir sebep de görmüyorum aslında. Geleceğin tarihçileri “COVID-19 2022’de de devam ediyordu diyecekler”, “global ekonomik çöküş da anca 2021 sonlarında görünü olmaya başlamıştı” diye de ekleyerek.

İyi eğlenceler.

Döngü

Hayat basit bir döngü aslında, doğup, büyüyüp, ölüyor canlılar. Ortalama insan ömrü üzerinden bakarsak 53 milyon kcal kadar yiyecek, bundan çok daha fazla endüstriyel enerji tipleri tüketip, 3.5 kilo geldiğimiz dünyadan 70 kilo civarında gidiyoruz. Önemli olan o 53 milyon kcal karşılığı yiyeceğin gübreleşmiş hali dışında geride ne bıraktığımız son planda.

Geride ne bırakıyorum diye bakmayı seviyorum. Bu son zamanların, kenardan seyretmeyi bırakıp içine düştüğümüz felaketlerin, yaşımın büyümüş olmasının etkisi değil, eskiden de meraklısıydım geride ne bıraktığımın. Muhtemelen bir meslek hastalığı olduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek. Geride kalan para veya malın bir anlamı, hele benim gibi ortada çocuk v.s. yokken, olmuyor. Yazdıklarım, ki edebi hedefi olmayan notlardan öteye değiller, bu site kapandıktan sonra uçup gidecekler. Zaten arşivlenmiş olsalar ne farkı olacak, birileri okumak için aramadıktan sonra. Hatıralar, dostlar, arkadaşlar, nasıl hesapladığımdan bağımsız olarak benden sonra 10 ile 50 yıl arasında peşimden gelecek ve yok olacaklar. Yayınlanmış ya da yayınlanacak kitabım yok, yayınlanmış kitaplarda da adım bir iki kere geçti o kadar. Bunlar için de benim yazdıklarımla ilgili argüman geçerli, birileri okumak için aramadıktan sonra kütüphaneler dolusu olsa bir şey ifade etmeyecek zaten.

Öte yandan mücadele ettiğimiz, uğraştığımız, peşinden koştuğumuz şeylerin bir yerden sonra önemi kalmıyor. Ben doğduğumda Almanya’da ortalama ömür beklentisi 70.55 ve Türkiye’de 51.68 yılmış. Bugün bu rakamlar 81.10 ve 79.10 olarak değişmiş. Yani Almanya’da doğup burada büyümüş biri olarak aslında beklentileri bugünlerde aşmışım. Ama yine bir meslek hastalığı olarak rakamların değişimine ve trende bakıyorum ve gördüklerim hoşuma gitmiyor. Tabii arkada dert edecek birini bırakmıyorken, dünyanın inanılmaz kötüye giden nüfus yapısını, sürdürülebilirlik v.s. konuları dert etmemek daha kolay belki ama bu da insan olmanın hastalığı; Başkalarını dert etmeden yaşamak ayıp, en azından ben öyle öğrendim büyürken.

Uzun vadeli olarak bakarsak, insanların dünyaya bıraktıkları tek şey çocukları. Orada da ciddi bir gerileme olmasına rağmen ömür beklentisinin uzamış olması dolayısıyla nüfus patlıyor. Dünya ortalaması 1950’de her kadının 5.05 çocuk doğurmasıymış, bu rakam 2.44’e gerilemiş durumda. Türkiye için durum daha da iyi, rakam 6.74’den 2.04’e gerilemiş. Tabii bu değişim olurken dünya nüfusu aynı dönemde 2.5 milyardan 7.5 milyara çıkmış. Yani kibarca söylemek gerekirse en çok miktarı artan ve en çok değeri düşen kaynağımız insanlar, ve bu durum içinde bulunduğumuz döngü ile bir süre daha bu şekilde devam edecek.

Byrada nedense “sadece Türkiye’de” dediğimiz, aslında dünya geneline yaygın saçmalıklar var. Nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulamamak bunların en başta geleni bence. Yoksa öldükleri gün arkalarından küfür edileceğini bilen insanlar neden bugün yüzlerine gülen, aslında tanımadıkları yabancıların onaylarına muhtaç hissederek yaşasınlar bütün dünyada.

. TR MOL