Bir gece daha geçerken

Normalde tutmayacak şekilde Pazartesi sendromum tuttu. Neden sakladığımı kendimden bile gizlediğim, çöp gibi kötü ama atmaya, satmaya, vermeye kıyamadığım bir sigarayı içtim, belki de sömürdüm demek lazım. Dumanı altında oturuyorum şimdi, kendime gelmedim, kendimden gitmedim, unutacaklarım aklımda, hatırlayacaklarım unutulmuş…

En özlemeyeceğimi, görmesem aklıma gelmeyeceğini düşündüğüm bir tanıdıktan dolaylı bir mesaj aldım demin. Her ne kadar söylediği, sözlediği, anlatmaya çalıştığı şey bu değildiyse de, kendini övmek hayatta en uzak olduğu şey olsa da, benim mesajından okuduğum şey ne kadar iyi bir insan olduğu oldu.

Oluyor bazen, çok önemsiz ya da saçma bir konuşma uzun bir zaman için son konuştuğunuz şey olarak kalıyor. Şimdi düşünüyorum da kendisiyle yüz yüze en son ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum bile. Muhtemelen canına okuyan sevgilisi dolayısıyla dalga geçmiş olabilirim. Erkeklerin, kadınlara itiraf etmeseler de aralarında en sık konuştukları konulardan biridir bu arada, canlarına nasıl okunduğu hanımlar tarafından…

Geri dönüp bakınca bir sürü insanla son konuşmamız ne olmuş diye, çoğunlukla, saçma ya da boş konular olmuş. Düşünüyorum, şimdi aşırı sigaradan düşüp ölsem, arkamdan en çok söylenecek söz herhalde “Tekila’nın poposunu temizlerken ne kadar gürültü yaptığını konuşmuştuk en son” olacak. Ya da şansım varsa “memleket artık rakı sofrasında bile kurtulamıyor demişti” falan diyecekler.  İpe sapa gelir konulara o kadar az örnek var ki; Bostrom ya da Brooks hakkında en son ne zaman biriyle konuştuğumu hatırlamıyorum bile.

Valla geçenlerde, okuldan ve en son geçen yüzyıl gördüğüm bir arkadaşımla uzunca bir oturup konuşma şansım oldu. Memleketin kültürel ve etnik yapısı, ümmet, millet, kültür, şehirler, semtler, camiler, kiliseler, savaşlar, işgaller  epey bir konuştuk.

Ufff, neyse bu saatte kimse okumaz bu yazdıklarımı zaten de, ben biriktirmeden yazayım dedim sanki.

Yazmak, yazmamak

Bugün kıymetli birine “sen yazmamış gibi, ben de okumamış gibi yapsaydık” dedim bir yazısı için. Devamı uzundu, ne orada uzattım, ne de burada yazmayı istiyordum. ama o kadar beni düşündürmeyi beceren bir insan ki, kafamda dönen düşünceler durmadı bir türlü…

Bu ara çok yazmak, okumak istemiyorum. Ama seyredebileceğim en ticari Amerikan dizisi de, dinleyebileceğim en pespaye müzik de kafamı durdurmuyor. Okumamış gibi olmakla, yazmamış gibi yapmakla, düşünmemiş ve düşünmüyor ve düşünmeyecek gibi olmaya çalışmakla bir şey değişmiyor.

Çok fazla kelebek uçuyor kafamda, ama sık sık dönüp gelen bir tanesi var. Kendi kıymetinden şüphesi olanlar saygı görme peşinde, kendi aklından şüphesi olanlar akıl verme derdinde. Kimlik, aile, aşiret, kabile, millet, çevre, aşk, dostluk, arkadaşlık, para, bilgi, zeka, cazibe, güzellik, güç… Herkes birşeyi ispat etme, bir şeye ulaşma, bir şey olma derdinde. Hepsinin ortasında merkezinde kabullenilme ihtiyacı var.

Kabullenilmek için önce insanın kendisini kabul etmesi lazım. İşte o yok sanırım ortamda. Hemen herkes başkalarının kabulüne, saygısına göz dikmiş durumda. Az sayıda istisna var, kendini anlamaya, kabul etmeye, keşfetmeye çalışan.

Ben neredeyim o ayrı bir soru. Çok soruyorum, az yazıyorum, çok okuyorum, az konuşuyorum bu ara. Net olarak bildiğim şeyler fazla değil, soruları nispeten daha iyi biliyorum, en azından cevaplara ihtiyacım olduğundan şüphem yok dolayısıyla. Babam özet olarak “herkese çocukluğundaki hayat daha güzel görünür” derdi. Haklıymış, ama haklılığının ne kadarı büyüdükçe bizim değişmemizden, ne kadarı hep beraber, el birliğiyle hayatı batırmamızdan onu bilemiyorum.

Torbadan çıkan hatıralar

İnsan hayatı hatıralardan oluşuyor. Şu anda içime çektiğim nefes verildiği anda bir hatıra haline geliyor ve muhtemelen en uzun süreli “şu an” da alıp verdiğimiz nefesler. Geri kalan herşey oradan gelen bir hatıra, buradan gelen bir çağrışım ve bunların birleşimi.

Çok alakasız bir şey ararken (sanırım çok zayıf bir hatıraymış, bir mikrofon aradığımı hatırlıyorum ama neden aradığım daha önemli şeylerin arasında uçup gitti bile) bu kitabı buldum, kütüphanenin en az el sürdüğüm raflarından birinde. O rafta ya hatırlamak istemediğim ya da hatırlamak için bir şeye ihtiyacım olmayan şeyler durur ve beni beklerler bir tesadüfle el atacağım güne, saate kadar.  İşin, şu anda, garip gelen kısmı şu: Kapağı scan edip web’e konulacak şekilde hazırlarken, başka ellerde geçen çok uzun ve bende geçen kısa zamanda birikmiş sinek pisliklerini temizledim. Bir yandan da düşündüm, şimdi hayatta olsa ve bunu yaptığımı görse acaba neye gülerdi, ortalığı temiz göstermeye çalışmama mı, o pisliklerin en azından benim gözümde kitabın kıymetini arttırmasına rağmen bunu yapmama mı, yoksa aklıma bile gelmeyecek başka bir şeye mi?

Hatıralar işte; Bir kısmı hemen uçup giderken bir kısmı kitap olup yerleşiyor hayatıma, daha da ötesi yaşanmamışları bile hatıra kılığında karşıma çıkarıyor. Hatırlandığınız sürece hayattasınız. Unutulduysanız, nefes alıp vermek yaşadığınız anlamına gelmiyor.

Sıkıntılar

Bu nispeten kısa olacak. İki tane daha başlanmış ama bitiremediğim yazıdan buraya geçtim. Ne, neden, nasıl v.s. derken farkettiğim bir şey var. Bugün (dün oldu ama belli etmemek lazım…) önemli biriyle buluştum, bir miktar aradan sonra. Genelde uzun süre biriyle görüşme fırsatı ele geçmediğinde olduğu gibi, bir sürü konu hakkında konuştuk.

Daha sonra başka iki okul arkadaşımla daha konuştum, işle ilgili başka bir görüşmem oldu. Bütün bunları Tekila beni uyutmak için patisinden geleni ardına koymazken yaptım. Neyse kısa kesme sebebimi hatırlamışken toparlayayım. Sıkıntılar, hayatın problemleri, olumsuzluklar herkesin odağında, herkes kendine göre değerlendirip yorumluyor. Ama olumlu bakışlara, umutlara sahip olanlar bile bunları sorun ve sıkıntı odaklı olarak ifade ediyor. İnsanların sıkıntısız, dertsiz olmalarını umarım ama hayallerdeki hedefleri bile gerçekçi tutmak lazım.

Ben şahsen çok sıkılmış durumdayım, bunca yaygın umutsuzluktan, negatif bakıştan. Siz de sıkılın artık ve çözümlerinizi bulun, en azından arayın hayatınızda…

Boşluk, değişim ve arkadaşlar

Bu ara çevremde gittikçe artan bir şekilde motivasyon, amaç, istek, hedef azalması görüyorum. Ortak olarak gördüğüm tek hedef, hayatın olabildiğince değişmeden devam etmesi. Tek kişiye adresleyebileceğim bir problemden çok çevreye yaygın olarak bu eğilimi görüyorum. Birkaç istisna dışında, büyük planları, hedefleri olan pek bir insan kalmadı ortada. Neden, nasıl bilmiyorum. İnsanlar neden bir boşluğa düşüyor, hatta neden bir boşluğa sığınıyorlar bilmiyorum.

Yaş bir faktör değil sanırım. Bir istatistik yapmadım ama çevremdeki insanların yaş bandı 40 yılı geçkin olmalı, yaklaşık +15, -25 yaş gibi. Bu kadar geniş bir yaş bandında ortak olarak gördüğüm trendin yaşla ilgisi olmadığını düşünüyorum.

Sosyal çevre, din, millet, cinsiyet v.s. diğer düşünebildiğim faktörlerde de çevrem ne yazık ki çok belirgin bir karakteristiğe sahip değil. Yani arkadaşlarımın ortak tek özelliği aralarında kafası çalışmayan kimse olmayışı. Onun dışında çoğunu aynı odada birbiriyle yalnız bırakmaya cesaret edemem, tartışma ya da kavga çıkması için uzun bir zaman geçmeyecek kadar farklılar birbirlerinden. Ama son planda bugünlerde ortak olarak hayata daha olumsuz, umutsuz bakan bir yerde görüyorum önemli bir çoğunluğunu, neden olduğunu anlamadan.

Ben neredeyim, onu da çok iyi bilmiyorum. Hayatın kötü gittiği konusunda pek bir şüphem yok ama en azından hala planlar yapıyorum. Eğer bu bir dönüşüm süreciyse, bende devam ediyor. Eğer bu bir dönüşüm süreciyse, başında ve sonunda olan insanlar gördüğüm gibi…

Bu konuda anlatabildiğim, ifade edebildiğim şeylerin ötesinde üzerinde düşünülmesi, anlaşılması gereken çok şey var. Daha temel bir noktadan bakarsak, gerek bu blog’u gerek Quora’da yazdıklarımı neden yazdığım sorusu bile belki de bu merkezin etrafında dönüyor, bir ölçüde. Değişkenlik ve esneklik insan düşüncesinin bence olmazsa olmaz özellikleri ama ciddi bir insan kitlesinin, “düşüncelerinin değiştirilemezliğiyle” övündüğü bir hayatı yaşıyoruz. Ben kendi düşüncelerimdeki değişimi takip etmek istiyorum.

. TR MOL