Özlemek

“Özlemek kavuşmaktan daha kıymetli”.

Bu hafta, hatta bu ay ettiğim, edeceğim en parlak laf muhtemelen bu gibi duruyor. Bunu söyleyene kadar beni konuşturup kafamı zorla çalıştıran arkadaşım kıymetlidir benim için. Ama muhtemelen kuyuya attığı taşı çoktan unutmuş fosur fosur üzerine uyumuş bile olabilir.

Bunun böyle olduğunu içgüdüsel olarak görüyorum ama gerekçesini  ifade etmek zor geliyor açıkçası. Kavuştuğun zaman, özlediğin sırada hayal ettiğinin gerçekte o kadar da parlak olmadığını mı görüyorsun? Belki gerçekten öyle. Kavuştuğun zaman hayal edecek bir şeyin kalmıyor da ondan mı acaba?

Evlilikler aşkı öldürüyor ya, acaba bu da aynı hikaye mi? Öf ya, çenem düşük zaten, neden bu kadar çok konuşturdun beni?

Neyse işte…

Kimlik-şahsiyet

Okulda en hoşlanmadığımız, ciddiye almadığımız grupların ortak bir özelliği vardı. Sürekli olarak “biz farklıyız hocam” ve “bizi kimse anlamıyor” (aslında anlaşılamayacak kadar ilerideyiz…) arasında gidip gelirlerdi. O sıralarda aramızın çok iyi olduğu bir arkadaşın ifadesiyle “Hepsi Kurt Cobain’in hırkasından giymiş depresif tipler, petekte oturup kötü şarkılar söylüyorlar”dı.

Düşünüyorum da son derece açıkça görünen gençlik bunalımları ve büyük bir yüzdenin Anadolu’dan Istanbul’a gelmiş olmaktan doğan şoku yaşıyor olmaları bir yana, önemli bir faktör daha varmış. İnsanlar çoğu zaman kimliklerini “Adım Soyadım” etiketlemesiyle ifade etmeyi yeterli bulmuyorlar. İlle yanında bazı ekstra ifadeler olacak; “Bilmem nereliyim”, “bilmem kimlerdenim”, “şu partiye oy verenlerdenim”, “şu politik görüştenim” (bu son ikisinin paralellik göstermediği ilginç ülkelerden biri Türkiye), “herkesten farlı olanım” (ama bana benzeyen bir sürü arkadaşım var, nasıl oluyorsa…), belki en yaygını “şu futbol takımını tutanlardanım”… Bu etiket(ler) gerekiyor insanlara.

Ben yıllarca “nerelisin” sorusuna “Istanbul” diye cevap verdikten sonra (ki İzmit’te yaşıyordum), üniversiteyi kazanıp, Istanbul’a dönmek için liseyi bitirmemi bekleyen ailemle buraya geldiğimizde çok garip bir durumla karşılaştım; Istanbul’da “Istanbulluyum” lafı şüpheyle karşılanıyordu (yok yok, asıl memleket nere???). Bir süre “Bahçesaray” dedim, sonuçta dedem savaştan sonra oradan kaçıp gelmiş kardeşiyle. Bu bir soruna yol açtı, insanlar Kırım yerine Van’ı anlıyorlardı, daha kötüsü Vanlı çok arkadaşım var, “o mahalle mi, bu mahalle mi” diye sormaya başlıyorlardı. Sonunda “Karagümrük” demeye başladım. Karagümrük, bir köy olarak çok ilginç bir özelliğe sahip. Uzun yıllar Istanbul kara gümrüğü burada olduğu için, muhacirlerin nüfus kayıtları girişte Karagümrük köyüne yapılmış. Dolayısıyla aslında Karagümrüklü olmak, büyük bir ihtimalle muhacir torunu olmak anlamına geliyor. Ama çoğunluk bunun farkında olmadığı için, bir de bizim oranın malum futbol klübü sağolsun, Karagümrük nüfusuna kayıtlı herkesin uzaktan da olsa bir kabadayılığı var sananlar çoğunlukta. Tabii benim şansım(?!) bizimkilerin yakınlarda yaşamaya devam etmesi. Yoksa maçları seyretmenin tehlikesiz, ama klübün idare binasının önünden geçmenin sakıncalı olduğunu nasıl öğrenecektim. Neyse…

Görünen o ki, insanlar için etiketlerin değeri kendi kimliklerinden daha fazla. Uzaktan, dolaylı olarak bile akraba olmanın kıymeti ölçülmez. Uzaktan bile hemşehri olmak harika. Eh hiç bir şey yoksa ya aynı futbol takımını tutacaksın ya da aynı partiye oy vereceksin. Okumanın kıymeti olan zamanlarda (geçen yüzyılda mesela!) aynı okuldan olmak da işe yarıyordu, sanırım artık pek bir anlamı kalmadı.

Yıllarca, “Ortadoğu, bizden daha iyi” dediğim sırada eli kalbine giden önce hocalarım, son zamanlarda da arkadaşlarım oldu. Madem o kadar kahroluyorsunuz, okul neden hocalarını kaybediyor diye dert edinin, ya da okulda kalan kahramanlara yardım edin, gidin bir iki ders verin. Ama varsa yoksa, “imajı çizdirmeyelim”.  İmaj çizilmiş, bütün HR’cılar en sadakatsiz kitle olarak bizden çıkan çocukları bellemişler. Artık konu imaj değil, kaliteyi yükseltip imaja rağmen başarı sağlamak. Tabii zor geliyor, çünkü etiket korumak daha kolay.

Yine yıllarca Beşiktaş’ı tuttuğumu bildi insanlar, ama kimse neden Metin, Ali, Feyyaz döneminden sonrayı bilmediğimi sormadı bile, çünkü yetiyor “acıların takımının mütevekkil taraftarı olmak”. Metin abi’yi Kocaeli Spor zamanından bilirim. İzmit’te hocalarını, okul müdürlerini bile, takmayan gençler olarak, yolda karşımıza çıksa, ki çıkardı, ceketlerimizi iliklerdik. Düzgün adamdı, umarım hâla öyledir.

Bunca hikayede şahsiyete hiç yer olmadı, çünkü toplumsal bakışta “şahsiyetli olmak”, “kendisi olmak” bırakın gereksiz olmayı çoğu zaman zararlı, tepesine vurulacak çivi olarak görülme sebebi. İnsanlar kendi fikirlerini filtresiz ifade ettikleri zaman “çıkıntılık yapmakla” eleştiriliyorlar. “Uyumlu” olmak bir meziyet… Ne bileyim, tam bir rakı sofrası muhabbetiyle bitireyim bari, sevmem mereti ama; “Ne olacak bu memleketin hali????”

Mustafa Akgül’ün ardından

Şu aralar Türkiye’de Internet kullanan kitlenin yüzde biri bile Mustafa Akgül’ü tanımaz. Doğaldır da bu durum. Mustafa hocanın çabalarıyla Türkiye’de Internet o kadar büyüdü ki, o kalabalığın işin babası, önderi, lideri, yol göstereni, akıl hocası olan kişiyi tanıyamayacağı noktayı çoktan geçtik. Zaten Mustafa hoca mütevazi adamdı, başkaları gibi reklamını yapmadı, gerçekten faydalı şeyler ürettiği işleri bayrak yapıp gezmedi.

Ama bir zamanlar, çok da uzak zamanlarda değil 1990’ların başında, hepimiz bir şekilde en azından adını duymuştuk, şanslı olanlarımıza uzaktan yardım etmişti, daha şanslı olanlarımıza doğrudan yardımı vardı. En şanslılar şahsen tanışıp, Ortadoğu sosyalistliği ile Bilkent yaklaşımı ve bu ikisinin Internet ile ilişkili yorumunu konuşmak dahil her tür ilginçliğine şahit olmuşlardı.

Dedim ya, reklamı sevmezdi. Birbirimizin yüzünü ilk görmemiz tanışmamızdan yıllar sonra oldu. İlk yüz yüze görüşmemizden bir kaç ay sonra, bir gün Boğaziçi’ne gelmiş, sanırım bir konferansa olacak. Beni görmeye de CC’ye uğramış. Ben de dışarıdaydım, geldim, arkadaşlarla konuşuyoruz v.s. baktım biri yanımda durmuş tek kelime etmeden bana bakıyor, bir iki saniye aldı ortada dönen geyikten kurtulup tanımam. “Ya hocam, neden haber verdirmediniz, gelirdim” dedim. Bizim CC müdürünün sekreterinin odasında oturmuş beni bekliyor, müdürümüz içeride çalışıyor, kimseye söylememiş kim olduğunu “Can Baysal’ı göreceğim” demiş o kadar. Odama gittik, sordum neden kim olduğunu söylemediğini. Mustafa Akgül’ün geldiğini bilseler ortalık ayağa kalkacak. “Gerek yok…” dedi o kadar.

Huysuzluğa huysuzdu, ama insanlığa, fedakarlığa gelince hiç birimiz yanına yaklaşamayız. Yıllarca yüzümüzü görmeden, bizi her gün beraber çalıştığı insanlardan ayırmadan yardım etti. Mustafa Akgül’ün çabaları olmasa Türkiye’de Internet’in gelişmesi yıllarca geriden gelirdi. Üzgünüm gerçekten. Her gidenin ardından güzel bir şey söyleme merakım olmadığı malum. Bu sefer giden gerçekten de iyi bir adamdı…

Toparlama

Bir süredir yazmak istiyorum ama araya bir sürü şey giriyor. Yazılacaklar bayatlıyor ya da heyecanını kaybediyor, yeni yazılacaklar geliyor onlar da dağılıyor v.s.

Bu ara dünya bütün olarak depresif bir havada. Her tür ortamdan, kişiden, toplumdan sıkıntı ve bıkkınlık akıyor. Çoğu zaman “neden ben?” diye ağlayanlar görüyorum. Sanırım asıl doğru soru “neden ben değil?” olmalı. Ortam değerlendirmesi yapınca, kötü durumda olanların (kişi olsun, toplum olsun…) arttığı ve muhtemelen daha da artacağı görülüyor. Kendi hayatımı çok güzel bir gözlükle göremiyorum. Ama daha kötüsü var, baktıkça çevremde yükselen bir mutsuzluk görüyorum. Daha ötesi bu mutsuzluk ve olumsuzluk, Türkiye’deki kolaya kaçmaya aşık kitlenin sandığı gibi bize özel falan da değil. Dünyada bir trend var ve biz de bu trendin içindeyiz.

Genelde bu noktada; Ama güzel şeyler de oluyor… diye bir cümle kurulur. Gerek yok kendimizi aldatmaya, güzel bir şeyler olduğu yok. Olumlu bir bakış açısı aranıyorsa bulunabileceği tek yer şu: Dünya bugün olduğundan çok daha kötü olayları yaşadı ve atlattı. Önemli olan sorular şunlar:

  • Dünya içinde olduğu krizi atlattığında biz buralarda olacak mıyız?
  • Diyelim ki buralarda olduk, hep beraber atlattık. O zaman krizi “atlattığımıza” mutlu olacak mıyız?

Babama, kendisiyle beni karşılaştırarak, ailemizin bir önceki nesli olarak nasıl kendileri kadar yakışıklı ya da güzel olmayan çocuklar yetiştirmeyi becerdiklerini sormuştum. Tabii bunu biraz daha kibarca ifade etmiş olabilirim. Özet olarak demişti ki, “yaşadığımız açlıktan sonra hepimiz zayıf ve hafifçe süzülmüş tipler olduk, Almanlar bizden de zorunu gördü…” Kastettiği ikinci dünya savaşı sırasındaki kıtlıklardı.

Mutluluk savaşı atlatmakla bulunuyor mu bilmiyorum. Bir iki yüzyıl sonra tarihçiler muhtemelen “salaklar üçüncü dünya savaşında olduklarının farkında bile değillerdi” diye yazacaklar hakkımızda.

Bir kedinin verdiği dersler

Çıt çıt en güzel kedim değildi, en sevimlisi de olmadı, en akıllısı da kedilerimin. Ama en sevdiğim oydu sanırım, bana en çok şey öğreten de o oldu. Geçen sene 1 Aralık’ta gitti, çok çekti gitmeden önce, ben kendi çektiklerimi dert edemiyordum, edemiyorum onun sıkıntılarını gördükçe, hatırladıkça. Yaşarken de, ölürken de, öldükten sonra da bana çok şey öğretti, hem kediler hem insanlar hakkında.  Okuma yazma bilmediğine güveniyorum: Tekila, hiç bir zaman Çıt çıt gibi olamayacak 🙁

Keşke insanların nasıl iyi ve değil, düşünceli ve değil, insancıl ve değil, bencil ve değil, güvenilir ve değil olarak ikiye ayrıldığını bu kadar öğrenmesem de televizyondan koltuğa kadar yürümeye üşenip yolun ortasında uyumaya başlayan battaniyem hayatta olsaydı. Ama olmuyor, giden gelmiyor, kediler konuşmuyor, yamuk insan düzgün, düzgün insan yamuk olmuyor.

. TR MOL