Gece düşünceleri

Son derece sıkıcı bir konuya açıklık getirip hayallerinizi yıkacağım. Hani filmlerde uzay gemileri savaşır da, vurulan gemi uzaydan gezegene düşer ya, o aslında imkansız. Yörüngedeki bir aracın düşmesi için, önce yörünge enerjisini tüketmesi lazım ki, bu da özellikle atmosferin dışındaysa motorlar olmadan pek mümkün değil.

Daha korkuncunu anlatayım, yörüngedeki bir araç roketleri geriye doğru bakarken motorlarını çalıştırırsa, yani ileri doğru hızlanmaya çabalarsa, yarım tur sonunda daha yüksek ve daha YAVAŞ bir yörüngeye tırmanır.   Hatta, içgüdülere daha da ters olarak; Yakıt verimliliği en yüksek şekilde Güneş’e yaklaşmak için, önce aracı güneşten uzaklaşacak şekilde hızlandırmak, sonra da yörüngenin en uzak noktasında zaten yavaşlamışken daha da yavaşlatmak lazım. Bu akışın en hızlı noktası doğal olarak Güneşe en yakın nokta olacak ve yörüngenin uç noktasında hız ne kadar azalırsa, güneşe yakın nokta o kadar hızlı geçilecektir.

Ya, evet canım sıkılıyor, daha acıklısı bu yazdıklarımı ne yazık ki yeni öğrenmemiş, aksine yıllardır biliyor olmam… Ne gereksiz şeyler okumuşum!!! Yörünge mekaniği hayattaki en eğlenceli ya da en uygulaması mevcut konulardan biri sayılmaz sonuçta… Hele, aracın burnunu gezegene doğru çevirip motorları çalıştırınca gezegene yaklaşmıyor olmak işin en güzel tarafı !!!! Uzay filmlerinde gördüğünüz hemen hemen her şeyin aslında yanlış olması ayrı bir zevk işte, aşağı yukarı sözde bilgisayar korsanlarının “hack NSA” diye komut vermeleri kadar zevkli.

Hayatı, anlamını, dünü, bugünü, yarını düşünmeden yaşamak

Bazı şeyleri anlamak zor, işin doğası bunu gerektiriyor. “Hayat” ne noktaya kadar nefes alıp vermek, ne noktadan sonra düşünmek, ne noktadan sonra “ben”, ne noktadan sonra “benden ötesi” olmak? Kapitalist kültürün yetiştirmesiyle, Maslow’un gösterdiği yolda ilerleyip aç karnını doyurmadan önce düşünmemeyi, sıcak bir yatak bulmadan önce saldırganlaşmayı doğal karşılayacak şekilde biçimleniyor ve biçimliyoruz kafamızı.

Bu durumda, hayatın adı “ekmek kavgası” oluyor, kavga etmek için bir düşman gerektiğini düşünmeye bile gerek yok tabii. Bu durumda, “ancak hatırlandığı sürece hayatta olan” insanların insanlığı unutmaları kolaylaşıyor. Dünü, bugünü, yarını tanımlamanın en kolay, aslında tek yolu çocuklar haline geliyor, bu durumda.

Genelde biraz yuvarlak ifadeler kullanmak, biraz etliye sütlüye bulaşmamak yeteneğini geliştirdik, ortak korkularımızla. Ama gözden hep kaçan bir şey var, toplumsal mirasımız, bir korku olmasa yedekten, sandıktan, çatı katından bir sonraki korku nesnemizi bulup çıkaracak zaten. Asıl korku aynaya baktığımızda ne gördüğümüz ve daha ötesi ne görmediğimiz olmalıyken…

Çoğu ekonomik olmak üzere, konuştuğum herkesin dertleri, sıkıntıları var. Bu cümle aslında geçmişte de çok benzerdi, gelecekte de çok farklı olmayacak. Çoğunluğun derdi “ekonomik” olmaktan çıkabilir, ama herkesin “dert” ettiği bir şey her zaman olacak, bu insan olmanın gereği ve sonucu. Bu konuda kimseye satmaya çalışmasam da kendime vermek zorunda olduğum bir tek akıl var. Dertlerin varlığını dert etmek, korkuların mevcudiyetinden korkmak insanı çözümsüzlüğe götürüyor, aynen belli çözümlere, tek bir çıkış noktasına, hedefe odaklanmanın olduğu gibi. “Elden gelenin” en iyisini yapıp, “çözülebilecek” sorunların en ağırından başlayarak ilerlemek çoğu zaman en akıllıca yol. Tabii, çoğu zaman bizi yöneten şey aklımız olmayabiliyor…

Sonbahar

Bir yaşından önce başlayıp, üniversiteye kadar süren bir rutin içinde, İzmit’te yaşayıp, her iki ya da üç haftada bir Istanbul’a babamın ailesini ziyarete gelerek büyüdüm. Dolayısıyla üniversite döneminde buraya taşındığımızda pek heyecanlanacak, ağzım açık bir hayranlıkla seyredecek bir şey yoktu benim için, ya da öyle sanıyordum.

Fakat, yeni taşındığımız günlerden birinde, sonbahar başında, annemle Karaköy vapurundayken, fırtınada kaldık. Şu, vapurun üst katına kadar dalgalardan su sıçrayan, alt kat camlarının denizle yıkandığı fırtınalardan birinde. Fırtına bittiğinde de Karaköy’de limanın önünden bir sürü halinde yedi sekiz yunusun Beşiktaş’a doğru gittiğini gördüm, hayatımda ilk kez. O günden beri, bu mevsimde, bir fırtınaya yakalanmak umuduyla, vapura daha sık binerim.

Daha ötesi o sene çok mutsuz olduğum Vezneciler’deki okula giderken ve dönerken Sultanahmet yolumdaki en güzel yerdi,  Yine o zamandan beri Sultanahmet’in sonbaharını, insanı hayatından bıktıran kalabalıkların gitmesiyle tenhalaşan ortamını çok sevdim.

Sonbahar hep güzel şeyler getirmiş bana. Öyle ki, kendinden nefret ettirecek kadar kalabalık, trafikli, gürültülü bu şehrin en güzel taraflarını hep Sonbahar’da görmüşüm, okullar yüzünden yoğunlaşan trafiğe rağmen.

Tekrarlayan gerçekler ve kitaplar.

Bunu geçen sene yazmışım.  O sıralar kendimi daha rahat ifade edebiliyormuşum.

Belki hepimiz iddia ettiğimiz, sandığımız insanlar olsak hayat daha kolay olacaktı. Gecenin başından beri yazıp siliyorum, bakalım bu kalacak mı? Ama Tunçay’ı tanımayan solcudan, Atsız’ı tanımayan sağcıdan, Meriç’i tanımayan entelektüelden, Türkçe yazamayan faşistten, proletaryayı aşağılayan devrimciden tiksinti bastı. Mikro kredi hakkında tartışmak yerine kimin ne makyaj yaptığına takılan feministe hiç dokunmamak lazım, ama uyumadığıma verin isterseniz.
Fakat her tarafımız böyle, Lüfer sevmeyen Istanbul yerlisinden, dedikodusunun yapılmasını sevmeyen dedikoducuya kadar her tür garabet etrafımızdayken, neyin normal olmasını bekliyorum onu da bilmiyorum.

Öte yandan hayat çok zorlaşsa da, hala geçerli garip bir ümit ışığı gördüm bugün. Anlaşılan toplumsal boyutta hayata geçirilebilecek saçmalık senaryoları sınırlı sayıda ki, son zamanda gördüğüm şeylerin önemli kısmına “ben bunu daha önce de gördüm”, bir kısmına da “ben bunu daha önce okumuştum” demeye başladım. Bazen gözümden kaçanları da başkaları hatırlatıyor. Bir iki gün önce, ahlaken düşük olduğunu bir ara kimseye anlatamadığım toplumsal figürlerimizden biri ciddi boyutta saçmaladı. Detayları uzun hikaye… Hakkında bir yorum gördüm “dedesinden gördüğünü yapıyor” diye. Düşündüm de doğru. Dedesinin de ahlaksızlığını insanlar uzun süre kabul etmeyip, sonra da “çok şaşırmışlardı…”

Neyse, başka bir tekrarlayan olayla uğraştım bugün. İki yıldır yapmamışım, kitap sayımı yaptım. Sadece 14 tane artmış görünüyor, imkanı yok. Dışarı verdiysem yedi ya da sekiz kitap verdim, tabii hiç biri geri gelmedi, ama bir sıkıntı var. Ya iki sayımdan birinde hata yaptım, ya da evde bir yerlerde açılmamış kitap kolisi, kutusu bir şey var. Eski eve geri taşınacağım neredeyse, hala açılmamış paketler var sağda solda. Üfff. Tabii aklıma gelmişken; Arkadaşlar, siz kendinizi bilirsiniz, hediyeler kalsın da, ödünç verdiğim kitapları geri rica edeyim artık!!!

Düşünmek ya da düşünmemek.

Hayata doğrular-yanlışlar, iyiler-kötüler, güzeller-çirkinler, bizimkiler-diğerleri diye bir sınıflandırmayla bakmak, garip şekilde, alternatifte daha çok emek gerektirdiği halde genelde tercih ediliyor. Alternatif, bence ve çok özet olarak, dünyaya bu şekilde dijital bir ayrımla değil analog olarak bakmak. Bir kavram basitçe “doğru” ya da “yanlış” değil, belli şartlarda “ortamı daha olumluya götüren”, belli şartlarda ise “ortamı bozan” nitelikte değerlendirilebilir. Yine “doğru” ve “yanlış” üzerinden devam ediyorum ama bu diğerleri için de geçerli; Bir kişinin ya da grubun “doğru” dediğine, diğerleri “yanlış” derken, yani mutlak geçerliliğe sahip bir kavram, zaten, aslında yokken, ulaşılması temelde mümkün olmayan bir kesinliğe ulaşmak için uğraşmayı insanlar, normalde mevcut düşünsel tembelliklerinin aksine, neden tercih ediyor?

Biraz detaya girerek: Şahsi görüşüm o ki, insanlarla ilgili bir tek ortak nitelikte anlaşacaksak, bu ortak tembelliğimiz olmalı. Tabii olarak, herkesin yapmayı sevdiği uğraşmaktan zevk aldığı işler var. Ama son planda, endüstriyel devrim, bilgi toplumuna geçiş, daha öncesi, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına geçiş dahil bütün kökten toplumsal değişiklikler daha az emekle daha fazla fayda elde etme amacına yönelik değişimlerin sonucu. Birinde haftada 4-5 saat toplu ibadete ayrılmış zaman dışında sürekli çalışan toplumdan, iki gün (hatta artık üç konuşuluyor, uygulanan durumlar var) tatile geçilmiş. Birinde bilgiye erişim öyle bir değişmiş ki, artık “ansiklopedi” diye bir kavram kalmamış. Bir başkasında, belki en temel olan, yemeklerin peşinde koşup avlar ya da dağda bayırda toplamaya çalışırken, oturduğu evin yanındaki tarla ve ağıldan yemeğe başlamış insanlar. Temelde tembeliz…

Öte yandan, bana en azından, zor geliyor insanların hayatta/dünyada karşılaştıkları bütün kavramları olumlu/olumsuz diye iki gruba ayırmak için düşünsel çaba harcamaları. En azından alternatifle karşılaştırınca, yani “bazen olumlu, bazen olumsuz” diye bakmak varken hayatın parçalarına. Düşünsenize, siz ya da kabullendiğiniz “bir bilen” herşeyi işaretliyor (kedi, iyi), (köpek, iyi), (fare, kötü), (yarasa, kötü) v.s. diye. Bu sınıflandırma daha sonra hayat boyu hatırlanmak üzere ezberleniyor, kaydediliyor, her zaman dosyadan çıkarılıp uyum kontrolü yapılıyor v.s. Ondan sonra da fare ve yarasaları öldürüp haşere istilası altında kalıyor insanlar. Ya da Green Peace’e inanıp (baskısına boyun eğip) fabrika bacalarını yükseltiyorlar, zehirli atıklar jet stream’e kadar çıkıyor.

Pekiyi bu temelde zor ve sıkıntılı süreç ne fayda sağlıyor da neredeyse evrimsel olarak hayatımıza işlemiş ve yerleşmiş durumda? Bence iki temel fayda dolayısıyla toplumsal eğilimle bu tür sınıflandırmalardan yana.

Bunlardan ilki bu sınıflandırma işinde görev paylaşımı yapılabiliyor olması. Yukarıda geçtiği gibi, “bir bilen”(ler) tarafından yapılan sınıflandırmaları üzerinde çok düşünmeden, hatta hiç düşünmeden, kabul edip hayatını sürdürmek mümkün. Burada aslında yine yukarıda sözü geçen tembellik etkili bence, bir şekilde hele işimize de geliyorsa, dışarıdan gelen bir değerlendirmeyi alıp kullanmak kolay, emek veya düşünme çabası gerektirmiyor. Bunun üstüne insan kitlesinin çevreye uyumlu olmayı sevdiğini de katınca, çevrenin kabul ettiği standardları hayat görüşü yapmak tembelliğin zirvesine ulaştırıyor insanları, düşünsel boyutta.

Diğer fayda biraz daha “el altı” bir konu. İnsanlar sorumluluk almayı sevmiyor, Hele toplum destekli de olursa, bir kavramı basitçe “olumlu/olumsuz” sınıflara sınırlı şekilde değerlendirmek, sıkıcı ya da istenmeyen sonuçlarla karşılaşma ihtimalini çok azaltıyor. Ama aksi durumda, yani her kavramı kendi güncel şartları ve çevresel faktörleri ışığında değerlendirme çabası gösterildiği durumda, bunun bedeli, riski, esas olarak sorumluluğu bu değerlendirmeyi yapan kişinin sırtında. İnsanlar bundan çok kaçıyorlar.

Benin neyin daha olması gereken olduğu hakkındaki fikrim sanırım belli: Öyle bir fikrim yok. Belli durumlarda basit sınıflandırma anlamlı olabilir, belli durumlarda da kişinin tembellik göstermeden sorumluluğu sırtına alması daha doğru. Önemli olan, genele dair söylenebilecek, ortak olarak her durumda geçerli olduğunu düşündüğüm ama her zaman uygulayamadığımı da bildiğim bir tek şey var. Düşünmeyi bırakmamak gerekiyor.

. TR MOL