Bedel ödemek

Bugünlerde konuşmalarımızın sağına soluna çok sık “bedel ödemek” kavramı girip çıkıyor. Bu kavramla ilgili olarak, hayatımda üç aşamadan geçtiğimi fark ettim.

Küçükken “para vermeden” nasıl bir bedelin ödenmesinden söz edildiğini anlamazdım. Büyümeye başladığımda para karşılığı olmasa bile her tür sıkıntının “bedel” adı altında iyi ya da kötü ama bir şekilde kabullenilmesine yönelik olarak etiketlendiğini anlamaya başladım. Daha da büyüdüğümde -bugünlerde diyelim- parasal bedelden bağımsız olarak sıkıntıları kabullenme, kabullendirme konusunda toplumsal odağın aslında maddi değerlerde kaldığını anladım. Sanırım en acıklısı bu son nokta.

Şunu düşünüyorum: “Parasal” kavramını “bedel” kavramından ayırmak aslında doğru bir hareket. Sonuçta üzerine rakam konamayacak, en azından parasal bir rakam konamayacak bedeller var, bunları göz ardı etmek doğru hareket tarzı değil.

Fakat içinde yaşadığımız para ya da maddi kıymetler odaklı bir dünya yapısı var. Adı kapitalizm de olsa başka bir şey de bu sistemlerde odak “maddi kıymetler”. Sistem aslında iyi niyetli bir yaklaşım olan, bedelin paradan kavramsal olarak ayrıştırılmasını esir alıyor. Böylece temelde maddi sonuçları olan maddi problemlere “fedakarlık”, “bedel”, “diyet” ya da adına ne derseniz, ek maddi olmayan sonuçlar bağlanıyor. Parasal sıkıntının arttığı toplumda, etik değerler zayıflıyor, dayanışma zayıflıyor.

İnsanların birbirlerine verdikleri kıymeti, gösterdikleri saygıyı gelir, yapılan iş, çalışılan şirket gibi temelde maddi sonuçları olan kriterlerle ölçtükleri bir ortamda yaşıyoruz. Dolayısıyla herkesin üniversite mezunu, prestijli okul ve bölüm diplomalı, özette bugün ve gelecekte yüksek gelir, sağlam ekonomik pozisyon garantili olması kriterleriyle, insani kalite kavramı ve kriterleri paralelleşiyor.

Yazamamak

Bazılarını “sevdiklerim görürse”, bazılarını “sevmediklerim görürse”, bazılarını “ileride bir gün ben görürsem” diye elim aklımdakileri yazmaya gitmiyor. Özellikle sonuncu madde yüzünden not almayı da bıraktım. Gördüklerim, düşündüklerim, hissettiklerim hoşuma gitmiyor bu ara. İleride bir gün “2018’de ne düşünmüşüm” diye bakacak enerji ve motivasyonum olursa bile şu aralar düşündüklerimi hatırlamak istediğimi pek sanmıyorum.

Yine de dün gece farkettiğim bir konuya çok takıldım, iki satırı, aslında daha da fazlasını, hakediyor. “İyi” insanlar, şu veya bu sebeple, ama amaçları bu olmadan  çok “kötü” şeyler yapabiliyorlar. Geçen Cuma, iyi aile çocuğu, iyi aile ebeveyni, günlük hayatında iyilik dışında bir davranışını görmediğim bir tanıdık, özet olarak soykırım övgüsü sayılabilecek bir metin yazmış ya da paylaşmış. Beni epey rahatsız etti, nasihatten de anlamadığını bildiğim için açıp bir şey de söylemedim, işe yaramayacak olduktan sonra sinirlenmenin faydası yok.

Tabii konu hafta sonu boyunca kafamı rahatsız ettikten sonra dün gece belli bir noktaya geldim. Cehaletini bilmemek gibi cehalet, inkâr etmek gibi yalan yok. Ne kadar “iyi” olsan da faydası yok.

“I am a leaf on the wind. Watch how I soar.”

Toplumun aynası

Sanattan politikaya, meclisten okula, camiden meyhaneye toplumun aynası olduğu düşünülen çok alanlar var. Ben bütün bu yarı ulvi, yarı kaçamak ya da tembel işi yerlerden daha başarılı olduğunu düşündüğüm iki örnekten söz edeceğim.

Öncelikle, muhtemelen daha göz önünde olmasından, yola çıkmak kolay olacağı için; Sosyal medya denilen bir gerçek hayatımıza gireli çok oldu. Bunu Web 2.0 hareketinin (ki tamamıyla uydurma bir isimdir, Amerikan kültüründe çok sevileninden, Orwell’in 1984’deki mesajlarını uyarı olarak almaktansa kendine rehber edinmiş bir milletten bekleneceği üzere) başlangıcından alıp, facebook ve benzerlerinin bugün geldiği noktaya kadar uzatmak mümkün.

Sosyal medyada Türk kullanıcıların en çok gözüme batan iki yaygın özellikleri var. Ciddi bir kitle aracın nasıl çalıştığını bilmeden kullanıyor. Paylaşımların kimler tarafından “normal şartlar altında” görüldüğünden, görülebileceğinden, ve doğal olarak bu hedef kitlenin nasıl yönetileceğine kadar temel konulardan haberdar olmayanlardan başlayıp, sosyal medya platformlarının “kâr” amaçlı şirketler tarafından insanlara “para karşılığı olmadan” kullandırılmasında bir sebep olması gerektiğini düşünmeyenlere kadar gidiyor. Yanlış anlaşılmasın, diğer ülke vatandaşlarında sosyal medyaya yönelik olarak bunları ve daha ötesi yaygın hataları görüyorum. Bu iki madde, Türk kitlede en öne çıkan ve beni şaşırtanlar.

En temelden bakarsak, dedikoduyu seven (dedikodu konusuna aşağıda yine döneceğim) ve nasıl yapıldığını bilen bir toplumun “dün gece gittikleri düğünde gelinin babasının sarkıntılık ettiği dansöz” fotoğrafını ortaya paylaşması, gelinin annesinin de metni okumadan fotoğrafı beğenmesi türü hikayeler ilk ve ikinci sefer komik olabilir, ama sürekli benzerleri gelince, toplumun ciddi iki sıkıntısına birden ayna oluyor. Elektronik araçların kılavuzlarını okumamakla övünüp duran bir kitle olarak, insanlar kullandıkları yazılım araçlarının neyi nasıl yaptıkları hakkında fikir sahibi olmaya bile çalışmıyorlar. Diğer sıkıntı ise açık, ilkokulda MEB’in okuma listesinden 3-5 kitabı zorla seçip okumuş gibi yapan, kendi evine geçince çocukları için taksitle bir set ansiklopedi (ki bu da kalmadı artık, Internet sağolsun) ve okul kitapları dışında  kitap almayan (her düğüne farklı kıyafetle gideceğinize mesela…) kitle artık kocalarının mıncıkladığı dansöz fotoğrafının altyazısını bile okumuyor.

Diğer ayna ise nispeten daha havadar ve genelde yeşillikli bir ortamdan. Hiç cenaze için camide toplanmış insanları seyrettiniz mi? İki şey sürekli gözüme batıyor. Biri yukarıda sözünü ettiğim dedikodu meselesi. Cenazeye kimin gelip gelmediğinden, kimin çiçek gönderip göndermediğinden, vakıf bağışları yapılmışsa kimin TEV, kimin diğer vakıflara bağış yaptığına kadar bir sürü şeyi çekiştiren insanlar avluyu turluyorlar, okul bahçesinde gezermiş gibi. İnanlar içerde namazlarını tamamlamaya çalışırken, dışarıda kazanlar kaynıyor ama helva, belediye başkanlarının seçim yatırımı, minibüslerden geliyor.

Son nokta ise daha “iyimser”. Hem cenazelerde, hem sosyal medyada insanlar bugüne ve geleceğe yönelik olumlu resimler çizme çabasında, sorunları işaret edenleri parya ilan etme yolundalar. Hiç bir sorun, herhangi bir sorun, öncelikle varlığı kabul edilmeden çözülmeye başlanmaz.

Tabii merhumun doğrudan Cennet’e gidemeyebileceğini kabul ederek kendisi adına bir şeyi çözmek mümkün değil, ama en azından dini olarak anlamı olmayan ritüellerle ölmüş birinin kaderini değiştirmeye çalışmak gençlere ne öğretiyor onu düşünmek lazım, yani burada da çözülebilecek bir sorun var, en azından toplumsal bir sorun.

Ya da, bir arkadaşımız iki kişilik hesabı bir aylık maaşı seviyesinde olan yerlerden haftada bir iki fotoğraf paylaşıyorsa, şu veya bu ad altında “yan iş” yapıyor olduğunu kabullenmek lazım ki sorun görünür olsun, bir çözüme gidilecekse oradan başlayalım.

Neyse işte…

Geçen zaman ne ifade ediyor?

Aslında “bilmiyorum” demek ve bu konuyu kapatmak kolay olurdu. Internet’e de üç beş byte tasarruf ettirirdim, ama gerçek seviyemden daha tembel olduğumu düşünmenizi istemem. Yoksa gevezelik itmiyor beni bunları yazmaya.

Sabahın dördünde aklıma takılan şey basit aslında. Ama detayları her tarafa uzanıyor. 18 k. gündür yaşıyorum. Bunun haydi iyimser bir bakışla yarısını düşünen bir insan olarak geçirmiş olsam 9000 gün harcayarak içinden çıkamadığım konuları belki 1000 gece harcayarak anlamışımdır. Geceleri düşünmek daha kolay, herhalde uyku olmasa hayat çok daha güzel olacakmış çoğumuz için.

Neden hem mutsuzken, hem de mutluyken salonda uyuduğumu buldum. Tabii bunu bir evlilik, sayıları hakkında spekülasyon yapmayacağım okullar ve aşklardan sonra, uyuyan bir kediyi seyrederken anlamak, kimsenin düşündüğü kadar zeki olmadığına dair güzel bir örnek. Hep söylüyorum zaten, dünyadaki hakim canlı türü kediler diye. Görünen o ki, mutsuzken rüyalardan kaçtığım için, mutluyken de uykuyla vakit ziyan etmemek için uyanık kalmaya çalışıyorum. Eh bu da yatakta olmuyor tabii, salon doğal tercih.

Ne kadar isterdim…

Neyse, iyi olun umarım.

Hayal kırıklıkları

İnsan bazı yapıları nasıl içselleştiriyor ve hak olarak görmeye başlıyorsa, bunlara bağlı hayal kırıklıkları en “ben geliyorum” diye bağıra bağıra kendini anons eden hallerinde bile sürpriz(miş gibi) oluyor. Sebepler sonuçlar olaydan olaya, ortamdan ortama, kişiden kişiye değişse de bugünlerde artan sıklıkta görmeye başladığım bir şey var. Problem bende mi acaba diye düşünüyordum, ama bu bir problemse bile banimle sınırlı değil ve en azından arkadaşlarımı da kapsıyor gibi duruyor. İnsan bir şekilde bir zaman parçası olduğu bir yapıda sıkıntı, problem, kalite kaybı gördüğü zaman bunun verdiği rahatsızlık, belki gerçekten zarar veren ama paylaşılmış geçmiş taşımayan bir problem kaynağından daha fazla olabiliyor.

Sanırım insanların futbol klüplerine, politik partilere, eski okullarına sadık kalmaları ve hatalarını, kusurlarını görmezden gelmeleri de bundan. Kol kırılır yen içinde kalır demeleri de… Birkaç gündür gördüğüm eski arkadaşlarla hakkında konuştuğumuz “ortak bağlarımız olan eski kurumlar” için ifade ettiğimiz problemlerin, sıkıntıların ortalık yerlerde konuşulmaması, üstünün örtülmesi, kendi aramızda bile dikkatle konuşulması da bundan sanırım.

Yoksa hepimiz biliyoruz, bir okulun giren değil de çıkan öğrencilerin kalitesiyle ölçülüp övünülmesi gerektiğini, değil mi arkadaşlar???

. TR MOL