Sanattan politikaya, meclisten okula, camiden meyhaneye toplumun aynası olduğu düşünülen çok alanlar var. Ben bütün bu yarı ulvi, yarı kaçamak ya da tembel işi yerlerden daha başarılı olduğunu düşündüğüm iki örnekten söz edeceğim.
Öncelikle, muhtemelen daha göz önünde olmasından, yola çıkmak kolay olacağı için; Sosyal medya denilen bir gerçek hayatımıza gireli çok oldu. Bunu Web 2.0 hareketinin (ki tamamıyla uydurma bir isimdir, Amerikan kültüründe çok sevileninden, Orwell’in 1984’deki mesajlarını uyarı olarak almaktansa kendine rehber edinmiş bir milletten bekleneceği üzere) başlangıcından alıp, facebook ve benzerlerinin bugün geldiği noktaya kadar uzatmak mümkün.
Sosyal medyada Türk kullanıcıların en çok gözüme batan iki yaygın özellikleri var. Ciddi bir kitle aracın nasıl çalıştığını bilmeden kullanıyor. Paylaşımların kimler tarafından “normal şartlar altında” görüldüğünden, görülebileceğinden, ve doğal olarak bu hedef kitlenin nasıl yönetileceğine kadar temel konulardan haberdar olmayanlardan başlayıp, sosyal medya platformlarının “kâr” amaçlı şirketler tarafından insanlara “para karşılığı olmadan” kullandırılmasında bir sebep olması gerektiğini düşünmeyenlere kadar gidiyor. Yanlış anlaşılmasın, diğer ülke vatandaşlarında sosyal medyaya yönelik olarak bunları ve daha ötesi yaygın hataları görüyorum. Bu iki madde, Türk kitlede en öne çıkan ve beni şaşırtanlar.
En temelden bakarsak, dedikoduyu seven (dedikodu konusuna aşağıda yine döneceğim) ve nasıl yapıldığını bilen bir toplumun “dün gece gittikleri düğünde gelinin babasının sarkıntılık ettiği dansöz” fotoğrafını ortaya paylaşması, gelinin annesinin de metni okumadan fotoğrafı beğenmesi türü hikayeler ilk ve ikinci sefer komik olabilir, ama sürekli benzerleri gelince, toplumun ciddi iki sıkıntısına birden ayna oluyor. Elektronik araçların kılavuzlarını okumamakla övünüp duran bir kitle olarak, insanlar kullandıkları yazılım araçlarının neyi nasıl yaptıkları hakkında fikir sahibi olmaya bile çalışmıyorlar. Diğer sıkıntı ise açık, ilkokulda MEB’in okuma listesinden 3-5 kitabı zorla seçip okumuş gibi yapan, kendi evine geçince çocukları için taksitle bir set ansiklopedi (ki bu da kalmadı artık, Internet sağolsun) ve okul kitapları dışında kitap almayan (her düğüne farklı kıyafetle gideceğinize mesela…) kitle artık kocalarının mıncıkladığı dansöz fotoğrafının altyazısını bile okumuyor.
Diğer ayna ise nispeten daha havadar ve genelde yeşillikli bir ortamdan. Hiç cenaze için camide toplanmış insanları seyrettiniz mi? İki şey sürekli gözüme batıyor. Biri yukarıda sözünü ettiğim dedikodu meselesi. Cenazeye kimin gelip gelmediğinden, kimin çiçek gönderip göndermediğinden, vakıf bağışları yapılmışsa kimin TEV, kimin diğer vakıflara bağış yaptığına kadar bir sürü şeyi çekiştiren insanlar avluyu turluyorlar, okul bahçesinde gezermiş gibi. İnanlar içerde namazlarını tamamlamaya çalışırken, dışarıda kazanlar kaynıyor ama helva, belediye başkanlarının seçim yatırımı, minibüslerden geliyor.
Son nokta ise daha “iyimser”. Hem cenazelerde, hem sosyal medyada insanlar bugüne ve geleceğe yönelik olumlu resimler çizme çabasında, sorunları işaret edenleri parya ilan etme yolundalar. Hiç bir sorun, herhangi bir sorun, öncelikle varlığı kabul edilmeden çözülmeye başlanmaz.
Tabii merhumun doğrudan Cennet’e gidemeyebileceğini kabul ederek kendisi adına bir şeyi çözmek mümkün değil, ama en azından dini olarak anlamı olmayan ritüellerle ölmüş birinin kaderini değiştirmeye çalışmak gençlere ne öğretiyor onu düşünmek lazım, yani burada da çözülebilecek bir sorun var, en azından toplumsal bir sorun.
Ya da, bir arkadaşımız iki kişilik hesabı bir aylık maaşı seviyesinde olan yerlerden haftada bir iki fotoğraf paylaşıyorsa, şu veya bu ad altında “yan iş” yapıyor olduğunu kabullenmek lazım ki sorun görünür olsun, bir çözüme gidilecekse oradan başlayalım.
Neyse işte…