Bazı şeyleri anlamak zor, işin doğası bunu gerektiriyor. “Hayat” ne noktaya kadar nefes alıp vermek, ne noktadan sonra düşünmek, ne noktadan sonra “ben”, ne noktadan sonra “benden ötesi” olmak? Kapitalist kültürün yetiştirmesiyle, Maslow’un gösterdiği yolda ilerleyip aç karnını doyurmadan önce düşünmemeyi, sıcak bir yatak bulmadan önce saldırganlaşmayı doğal karşılayacak şekilde biçimleniyor ve biçimliyoruz kafamızı.
Bu durumda, hayatın adı “ekmek kavgası” oluyor, kavga etmek için bir düşman gerektiğini düşünmeye bile gerek yok tabii. Bu durumda, “ancak hatırlandığı sürece hayatta olan” insanların insanlığı unutmaları kolaylaşıyor. Dünü, bugünü, yarını tanımlamanın en kolay, aslında tek yolu çocuklar haline geliyor, bu durumda.
Genelde biraz yuvarlak ifadeler kullanmak, biraz etliye sütlüye bulaşmamak yeteneğini geliştirdik, ortak korkularımızla. Ama gözden hep kaçan bir şey var, toplumsal mirasımız, bir korku olmasa yedekten, sandıktan, çatı katından bir sonraki korku nesnemizi bulup çıkaracak zaten. Asıl korku aynaya baktığımızda ne gördüğümüz ve daha ötesi ne görmediğimiz olmalıyken…
Çoğu ekonomik olmak üzere, konuştuğum herkesin dertleri, sıkıntıları var. Bu cümle aslında geçmişte de çok benzerdi, gelecekte de çok farklı olmayacak. Çoğunluğun derdi “ekonomik” olmaktan çıkabilir, ama herkesin “dert” ettiği bir şey her zaman olacak, bu insan olmanın gereği ve sonucu. Bu konuda kimseye satmaya çalışmasam da kendime vermek zorunda olduğum bir tek akıl var. Dertlerin varlığını dert etmek, korkuların mevcudiyetinden korkmak insanı çözümsüzlüğe götürüyor, aynen belli çözümlere, tek bir çıkış noktasına, hedefe odaklanmanın olduğu gibi. “Elden gelenin” en iyisini yapıp, “çözülebilecek” sorunların en ağırından başlayarak ilerlemek çoğu zaman en akıllıca yol. Tabii, çoğu zaman bizi yöneten şey aklımız olmayabiliyor…