Fotoğraflar ve bazı düşünceler

Ben küçükken, babam bana fotoğraf çekmeyi öğretmeye çok çalıştı. O sıralar fotoğraflar filme çekiliyordu, dijital de neymiş! İki şeyin anlamam için örnekle falan değil, doğrudan anlatılması gerekmişti.

Birincisi yeterince çok fotoğraf çekersem arada bazılarının tesadüfen de olsa güzel çıkacağıydı. (Sert (!) baba sesiyle) “36’lık filmden beş tane güzel poz çıkarmak marifet değil, 35 tane çıkarman lazım“dı. Babam, digital kameraları, hele herkesin cebinde yüksek çözünürlüklü kameralarla gezdiğini görmedi. Görse fikri değişirdi muhtemelen ama eminim yine her çektiği “güzel” olsun diye uğraşırdı, film ve banyo ziyan ediyor olmasa da.

İkincisi, fotojenik insan diye bir şey olmadığı, poz vermek konusunda yetenekli insan olduğuydu. Doğal olarak iyi poz veren insanların fotoğrafları daha kolay çekiliyordu, hepsi o kadar. Fotoğrafı güzel çekmek fotoğrafçının göreviydi.

Bugün yeni bir şey öğrendim. En güzel fotoğraflar bile gerçeğin hakkını veremiyor bazen.

Dört yıl sonra gelen ek: Hala bu yazıyı kimin için yazdığımı itiraf edememem ilginç. Haydi yüzsüz demeyelim de nispeten rahat biri olarak bile…

Kalıplar, alışkanlıklar

Uyku günde sekiz (hah!!) saat, yemek üç öğün. Eee, yirmi küsur yaşına kadar oku, altmış yetmiş yaşına kadar çalış. Çalışırken de her Pazartesi sendrom yaşayıp, her Perşembe hafta sonu planları yapmayı unutma. Arada fırsat bulursan arkandan güzel şeyler söylenecek bir şeyler de yaptıktan sonra defteri dür, dört kolluya bin, kemik tarlasına götürsünler.

Aman ya, yerseniz işte…

Bilmek hakkında kısasından bir not

Uzatacak kadar bilmediğimden….

Aylardır Marcus Aurelius okuyorum. Gözlerim bozulduğundan beri şikayet ettiğim eski hızımla okuyamamanın tersine, korkuyla sayfaların ilerleyişine bakıyorum. Aurelius, yaklaşık bir asır sonradan gelmekle beraber, beni bilip bilmediği şeylerle ilgili bir noktada çok zorluyor. “Forgive them, for they do not know, what they are doing”, ama hala bilmiyor olmakla beraber, ahlaken çok ilerlemiş bir insan var bir yüz yıl sonra.

Bu arada böyle çok takılmış olmamın sebebi de bu, ahlaki öğütlerini gayet mütevazi bir şekilde veren, alçak gönüllü bir adam var. Görmeyeli çok olmuştu…

Günden kalanlar

Bugün oldukça yavaş geçen bir YHT yolculuğuyla Ankara’ya geldim. Yolculuğun genel sıkıcılığına karşı tedbir olarak yanıma aldığım bütün işler bitince, bir sonraki aşamaya geçtim.

Bitirmemeyi amaçlayarak okuduğumdan olsa gerek, aylardır çantamda gezen iki kitap var. Diğeri bana kalsın, ama Marcus Aurelius çok şey söylemeyi, kısa ve öz söylemeyi, içinden geldiği gibi söylemeyi beceren bir adam, Ona özendiğim, daha doğrusu öykündüğüm söylenebilir. Bugün okuduklarımdan iki nokta çok takıldı aklıma, geri kalanı önemsiz olduğundan değil, bunlar çok vurucu olduğundan sanırım.

  • “Biri ne düşündüğünü sorduğunda hemen cevap verebilecek durumda ol” diyor. Bu çok ilginç, ve temel noktadan bakınca, saklayacak, daha doğrusu utanacak hiç bir fikri kafasında tutmayan bir insan olmak ahlaklı olmanın ilginç ve son derece sağlam bir tanımı. Bu insan olabilmek isterdim, bir an duraksamadan aklından geçeni sorulduğu anda söyleyebilen… Gerçi bazı zamanlar şikayet alıyorum aklımdan geçeni hiç düşünmeden söylediğim için ama, ikisi tamamıyla aynı şeyler değil.
  • “İnzivaya çekilmek için köye, çiftliğe kaçmaya çalışma, kendi içinde inzivaya çekilmek kadar kolayı ve rahatı yok” diyor. Sanırım 1850 yıl önce yaşamış bir imparator bir yerlere gidip yalnız kalacak imkan bulamıyorsa, bugünün kalabalık dünyasında bunu hayal etmek bile yersiz. Dolayısıyla bu ilginç ve muhtemelen anlamlı bir yaklaşım. Yalnız kendi içinde inzivaya çekilmek konusunda, beni hep endişelendiren bir durum var. Robert Pirsig’in yaşadığına benzer bir bunalıma girmek için yol olabilir diye düşünüyorum, eğer insan gerçekten hazır değilse, insanın yalnızlıkla ilgili başka sıkıntıları varsa, insan belki de fazla “masum” bir insansa.

Neyse bunları okuyup düşünerek geçen bir yolculuktan sonra bir toplantıya oturup, “abi yüzde kaç bırakacaksınız, gelir güvencesi nasıl?” v.s. diye ulvi konulara girdim. Hayat işte… Aman ya, mutlu olun.

Diğer kitabımı övmeye korkuyorum nedense, ne çekinecek ne de endişelenecek bir şeyim olmadığı halde. Belki de Aurelius’un olduğu yere gelebilmek için, toplumun da insancıllaşması gerekiyor. Alien serisi filmlerden birinde geçer “no human is that humane” diye. Gerçekten de insanlar insancıllıklarını kaybettiler büyük ölçüde… Dedim ya mutlu olun umarım, ne kadar oluyorsa.

Devir, teknoloji, zaman değiştikçe…

Ben küçükken (inanması zor olsa da, ben de küçüktüm bir zaman), ailede çok sevdiğim bir büyüğümüz vardı, sıcak metal işi yapardı. Hep derdi ki “kendi aletini üretemeyen usta olmaz”.

Ondan bir sonraki nesil olarak, babamların, abimlerin döneminde (elektrik, motor v.s.) bu “kendi aletini tamir edemeyen teknisyen olmaz” halini aldı.

Bizde (ki kendimi bilgisayar programcısı ya da network yöneticisi olarak gördüğümde bir şey değişmiyor…) “kendi araç setini çalışır durumda tutarken, yardım istememen lazım” seviyesine kadar düştük…

Zaman geçip teknoloji ilerledikçe, insanlar geri kalıyor. Nerede patlayacak bu tekerlek? Bakalım bekliyoruz.

. TR MOL