Düşünmek ya da düşünmemek.

Hayata doğrular-yanlışlar, iyiler-kötüler, güzeller-çirkinler, bizimkiler-diğerleri diye bir sınıflandırmayla bakmak, garip şekilde, alternatifte daha çok emek gerektirdiği halde genelde tercih ediliyor. Alternatif, bence ve çok özet olarak, dünyaya bu şekilde dijital bir ayrımla değil analog olarak bakmak. Bir kavram basitçe “doğru” ya da “yanlış” değil, belli şartlarda “ortamı daha olumluya götüren”, belli şartlarda ise “ortamı bozan” nitelikte değerlendirilebilir. Yine “doğru” ve “yanlış” üzerinden devam ediyorum ama bu diğerleri için de geçerli; Bir kişinin ya da grubun “doğru” dediğine, diğerleri “yanlış” derken, yani mutlak geçerliliğe sahip bir kavram, zaten, aslında yokken, ulaşılması temelde mümkün olmayan bir kesinliğe ulaşmak için uğraşmayı insanlar, normalde mevcut düşünsel tembelliklerinin aksine, neden tercih ediyor?

Biraz detaya girerek: Şahsi görüşüm o ki, insanlarla ilgili bir tek ortak nitelikte anlaşacaksak, bu ortak tembelliğimiz olmalı. Tabii olarak, herkesin yapmayı sevdiği uğraşmaktan zevk aldığı işler var. Ama son planda, endüstriyel devrim, bilgi toplumuna geçiş, daha öncesi, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına geçiş dahil bütün kökten toplumsal değişiklikler daha az emekle daha fazla fayda elde etme amacına yönelik değişimlerin sonucu. Birinde haftada 4-5 saat toplu ibadete ayrılmış zaman dışında sürekli çalışan toplumdan, iki gün (hatta artık üç konuşuluyor, uygulanan durumlar var) tatile geçilmiş. Birinde bilgiye erişim öyle bir değişmiş ki, artık “ansiklopedi” diye bir kavram kalmamış. Bir başkasında, belki en temel olan, yemeklerin peşinde koşup avlar ya da dağda bayırda toplamaya çalışırken, oturduğu evin yanındaki tarla ve ağıldan yemeğe başlamış insanlar. Temelde tembeliz…

Öte yandan, bana en azından, zor geliyor insanların hayatta/dünyada karşılaştıkları bütün kavramları olumlu/olumsuz diye iki gruba ayırmak için düşünsel çaba harcamaları. En azından alternatifle karşılaştırınca, yani “bazen olumlu, bazen olumsuz” diye bakmak varken hayatın parçalarına. Düşünsenize, siz ya da kabullendiğiniz “bir bilen” herşeyi işaretliyor (kedi, iyi), (köpek, iyi), (fare, kötü), (yarasa, kötü) v.s. diye. Bu sınıflandırma daha sonra hayat boyu hatırlanmak üzere ezberleniyor, kaydediliyor, her zaman dosyadan çıkarılıp uyum kontrolü yapılıyor v.s. Ondan sonra da fare ve yarasaları öldürüp haşere istilası altında kalıyor insanlar. Ya da Green Peace’e inanıp (baskısına boyun eğip) fabrika bacalarını yükseltiyorlar, zehirli atıklar jet stream’e kadar çıkıyor.

Pekiyi bu temelde zor ve sıkıntılı süreç ne fayda sağlıyor da neredeyse evrimsel olarak hayatımıza işlemiş ve yerleşmiş durumda? Bence iki temel fayda dolayısıyla toplumsal eğilimle bu tür sınıflandırmalardan yana.

Bunlardan ilki bu sınıflandırma işinde görev paylaşımı yapılabiliyor olması. Yukarıda geçtiği gibi, “bir bilen”(ler) tarafından yapılan sınıflandırmaları üzerinde çok düşünmeden, hatta hiç düşünmeden, kabul edip hayatını sürdürmek mümkün. Burada aslında yine yukarıda sözü geçen tembellik etkili bence, bir şekilde hele işimize de geliyorsa, dışarıdan gelen bir değerlendirmeyi alıp kullanmak kolay, emek veya düşünme çabası gerektirmiyor. Bunun üstüne insan kitlesinin çevreye uyumlu olmayı sevdiğini de katınca, çevrenin kabul ettiği standardları hayat görüşü yapmak tembelliğin zirvesine ulaştırıyor insanları, düşünsel boyutta.

Diğer fayda biraz daha “el altı” bir konu. İnsanlar sorumluluk almayı sevmiyor, Hele toplum destekli de olursa, bir kavramı basitçe “olumlu/olumsuz” sınıflara sınırlı şekilde değerlendirmek, sıkıcı ya da istenmeyen sonuçlarla karşılaşma ihtimalini çok azaltıyor. Ama aksi durumda, yani her kavramı kendi güncel şartları ve çevresel faktörleri ışığında değerlendirme çabası gösterildiği durumda, bunun bedeli, riski, esas olarak sorumluluğu bu değerlendirmeyi yapan kişinin sırtında. İnsanlar bundan çok kaçıyorlar.

Benin neyin daha olması gereken olduğu hakkındaki fikrim sanırım belli: Öyle bir fikrim yok. Belli durumlarda basit sınıflandırma anlamlı olabilir, belli durumlarda da kişinin tembellik göstermeden sorumluluğu sırtına alması daha doğru. Önemli olan, genele dair söylenebilecek, ortak olarak her durumda geçerli olduğunu düşündüğüm ama her zaman uygulayamadığımı da bildiğim bir tek şey var. Düşünmeyi bırakmamak gerekiyor.

İstekler, beklentiler, falanlar, filanlar

Eski işlerimden birinde, trafikten bıktığım için sabah altıda evden çıkıp yediye yirmi kala civarında işbaşı yapardım. Kimsenin takdirinin peşinde olmadığım gibi, ne bileyim akşam işten erken çıkmak için bahane falan da yapmıyordum, yediden önce pek çıkmazdım zaten. Çok çalışkan olduğum için de değildi, sadece yolda başka şoförlerle toplu halde işkence çekmektense, sessiz sakin bir ortamda bir bir buçuk saat çalışarak günün geri kalanını rahat geçiriyordum, sadece insanlarla birlikte yapmam gereken işler kalıyordu. Biraz huzur istek ve beklentisinin bedeli sabah gereğinden erken kalkmaktı.

Bugünlerde hayatın baskısı, ortam şartları insanları inanılmaz saldırgan, haksızlığa meyilli, bencil ve çıkarcı yapmış durumda. Huzur ve sessizliği ancak gece bu saatlerde (saat iki olmak üzere) bulabiliyorum. Ama ne yazık ki sabah kalktığımda yine aynı bencillik, haksızlık ve saldırganlık karşımda olacak.  Dolayısıyla ancak sızacak kadar yorulunca uyuyabiliyorum, yoksa kuracak çok şey var.

İnşallah ortam düzelir.Ben her ne kadar çok sıkıldıysam da benden çok daha dertli olanları görüyorum, ve haksızlık etmemek adına elimden geldiği kadar susmaya çalışıyorum. Ama o kadar inanılmaz, incir kabuğunu doldurmaz dertlerle dünyanın en büyük dramlarını buluşturuyor ki insanlar, annemin bir lafından başka cevap bulamıyorum, ama anlaşılmayacağını bildiğim için o da hep içimde kalıyor. Annem hep “Allah gerçek bir dert vermesin” derdi böylelerine. Belki ben de desem fena olmayacak ama işe yarayacağından çok şüpheliyim.

Çoğu gece saat bir civarında belediye çalışanları çöp konteynerlerini boşaltmaya geliyorlar. Merak ediyorum, hangi ışıklar yanıyor, bu saatte kim oturuyor hala diye bakınıyorlar mı. Yoksa kokuya körleşmiş burunlarını yere eğip, bir an önce işi bitirip evlerine gitmenin derdinden başka şey yok mu o sırada kafalarında. Ben gece yolculuğu yapmayı sevdiğim için ters saatlerde yoldayken ışığı yanan yerleri, köylerdeki evleri v.s. merak ederim hep, dışarıdan akıp giden hayatı düşünüyorlar mı acaba diye. Şu ara çok yola çıkmadığımdan olacak, geçip giden hayat hakkında düşünmesi gerekerek sabaha karşı ışığı yanan ev sakini pozundayım daha çok. Ve dışarıda hayat akıyor biliyorum, derdiyle, umursamazlığıyla, neşesiyle sıkıntısıyla akıyor. Ama şimdi de acaba dışarıda akan hayat evlerde oturanları merak ediyor mu diye düşünüyorum, çokça, sıkça, kafam çalıştıkça.

Daha çok şey var yazacak ama …

Değişen zamanlar

Bir dönem gerek Türk, gerek yabancı Metal çevrelerinde “gerçek” sorgulanır olmuştu. Uzun zaman bunun bir moda olduğunu düşündüm. Aslına bakılırsa da, gelip geçmesi, yayılımı v.s. bir moda görüntüsü veriyordu gerçekten. Sonradan farkına vardığım ikincil bir soru burada daha önemliymiş: Bu bir moda, bir fad olabilir ama arkasından ittiren bir sebep olmalı. Bu konuda çok fikir değiştirdim, ama genelde dönüp dolaşıp geldiğim yerde; Nispeten “daha rahat” dönemlerde ve aksine olarak inanılmaz “absürt sıkıntılar” yaşanan dönemlerde gerçekliğin sorgulanması daha yaygın sanki. “Unspoken” 2001’den… Sanırım çok garip sıkıntılarımızın olduğu bir dönem olduğu söylenebilir, bir yandan da geri dönüp bakınca neredeyse nostaljiyle bakabileceğimiz rahatlıkların olduğu.


Her neyse, belki de henüz 1997’deki felaketlere geri dönmediğimiz için oturup dua etmekte fayda var. Sonuçta “1000s in the Eastland” her seferinde “keşke bunu hiç duymasaydım” dedirterek kendini dinletiyor, en azından bana…

Bilmek, anlamak, uzman olmak, imajı korumak

Bir zamanlar DOST’ta bir troll türemişti, “İlk Türk Troll” olmakla gururlanıp, hayatı bize zehir ederdi. Muhtemelen, hatta umarım, artık mezarlık komşularına ölümlerini zehir ediyordur. Bu arada yaşı kurtarmayan arkadaşlar için DOST kökü Internet’te değil Bitnet’te olan “Directory Of Scientist from Turkey” diye bir mail listesiydi. Sonradan gateway v.s. marifetiyle Internet’e bağlanmıştı.

Şimdi düşünüyorum da hakkını vermek lazım, en azından “ben bu işlerden anlarım” diye ortada gezerken Troll görevlerini layıkıyla yerine getiriyordu.

Biraz önce aklıma takılan bir konuyu danışmak üzere, “ben bu Internet, sunum, imaj v.s. işlerinden iyi anlarım” diye ortada çok gezen bir arkadaşımın kontak bilgilerini arıyordum. Bulamadım ama canına okunmuş bir seri gayet acıklı durumda web sitesi buldum.

Valla benim web sitelerim “acıklı” olsa dert değil, görsel yeteneksizliğimi insanlar yüzüme vurmadan da biliyordum, aksini de iddia etmedim hiç sanki. Ama bu işlerin uzmanı olunca imaja daha bir dikkat etmek lazım bence.

Kendini ifade etmenin zorluğu üzerine

“Ben” diye başlamayan ve bitmeyen cümleler kurmak lazım, kendini ifade ederken. Aslında “biz” diye de girmek ya da çıkmak konuya çok marifet değil. Marifetin ne olduğu tartışılır ama ne olmadığını görüp anlatmak daha kolay. Zaten kendini ifade etmenin en sıkıntılı kısmı da burada…

Her ne kadar aksi iddia edilse de, her ne kadar insanlar basma kalıp “doğru” formlarına girmek umuduyla aksine gitmeye çalışsalar da insan aklı öncelikle probleme odaklanıyor, çözüme değil. “Kendine çözüm arayan problem” diye bir laf yok ama “Kendine problem arayan çözüm” diye var. Neden? Çünkü bir problemi görüp oradan çözüme gitmek insan aklının doğal akışı, aksi ise hakkında atasözü ürettirecek tersine bir yaklaşım. Şimdi; Probleme odaklanmaya şartlanmış insan aklı, kendine bakınca ise sadece güzel, olumlu şeyleri görmeye, problemleri, çirkilikleri, sorunları göz ardı etmeye eğilimli. Annem’den küçükken çok duydum “Kargaya yavrusu pamuk gibi görünürmüş” diye. Çocukken tipim daha güzeldi ergenlik sonrası halime göre, muhtemelen çok huysuzdum ki habire bu laf su üstüne çıkıyordu… Bu iki temelde çelişkili yaklaşım, yani normalde problem odaklı olmak, en azından çözüme problemden giden bir yapıda olmak ve öte yandan kendinde problem görmeme eğiliminde olmak, kişinin kendine bakışını objektiflikten uzak ve verimsiz hale getiriyor. Eh, programlamada çok kullanılan bir laf vardır “Garbage in, Garbage out” diye. Kendini düzgün gözlemleyemezsen, nasıl düzgün ifade edeceksin?

Benden kaynaklanmayan (!) bir başka problem de önemli tabii. Çok anlatmışımdır. İlk ve orta okul, lise ve iki üniversitedeki Türkçe, Kompozisyon, Dil Bilgisi v.s. derslerin sonunda iki satır mektup yazmaktan aciz haldeyken, asıl işi bana İngilizce öğretmek olması gereken Bill Barker’ın dersleri sayesinde Türkçe birşeyler yazmayı becerecek hale geldim. Eğitim sistemimiz eskiden berbattı, şimdi ne halde olduğunu düşünmek bile istemiyorum.

Açıkçası çok isterdim, güzel günlerden ya da umut dolu yarınlardan söz etmeyi, hele kendimi anlattığım bir yazıda. Ya da o kadar güzel sözlerim yoksa, en azından çözümler ve/veya kendi dışımda kabahatliler öne sürmeyi. Hiç birini yapmak mümkün görünmüyor bugünlerde. Depresyonda ya da umutsuzluk batağında değilim. Eninde sonunda bir şeylerin “daha iyiye doğru” gideceğini biliyorum. Ama ne zamanlama hakkında spekülasyon yapabiliyorum, ne de “öyle bir noktadayız ki, işler ancak daha iyiye gidebilir” bulunmak için güzel bir nokta.

Bu açıdan bakınca, “kendimi anlatmak” da daha çok, unutmaktansa hatırlamanın daha iyi/faydalı olabileceği bazı notları ortalık yere yazmak anlamına geliyor bu aralar. Yoksa yazacak çok şey var, mantıklı düşünmeyi öğrenmek ve kullanmakla, toplumsal “mantık” cehaletinden başlayıp, matematiğin tek başına düşünce oluşturmak için yetersizliğine kadar. Ya da bugünlerde önüne gelenin modaya uyup Dunning-Kruger Effect ile “kendileri ve kendileri gibi düşünenler dışında”  herkesi cehaletle suçlamasından başlayıp, evinde iki tane kitap olmayanların kültür/eğitim/kitap/bilgi/terbiye/ahlak/medeniyet hakkında akıllarına geleni sıktıklarına kadar çok hikaye var, “ben”‘i anlatmak için masaya gelebilecek.

Neyse iyi geceler, nasılsa uyuyoruz toplumca, ara sıra yatakta da olabilir.

. TR MOL