Dağınık bazı düşünceler.

Hayat çok zor, modern hayatın kolaylıkları ömrümüzü uzatırken, bazı rahatlıklar sağlarken, bu faydaların bedellerini insanlığımızın ufak parçalarıyla ödüyoruz. Değerli insanları ne kadar sevdiğimizi ancak öldüklerinde ya da gittiklerinde ifade ediyoruz. Ben açıkçası insanların iki yüzlülüğü gibi şeylere takılmıyorum uzun süredir, çoğunun korku dolayısıyla maskeler taktığını öğreneli çok oldu. Benim korkularım uzun süre çevremdekilere bedel olarak yansıdı. Garip olan şu ki, bir gün korkmayı bıraktım, sebepsizce. Ondan sonra da uzun süre “neden korkmadığım” için sorgulandım.

Hayat çok da güzel, beklemediğin anda sürprizler çıkartıyor karşına. Sürpriz sevmeyen biri olarak bile mutlu olmak durumunda kalıyorsun. Belki planların anlamsız, endişelerin yersiz, planların boş olduğunu hatırlattığı içindir.

Bunları niye yazdığımı bilsem ben de plan yapıyor olurdum, ama sadece yazıyorum amaçsızca. Hayatta etkilemeyi isteyeceğim kişilerin zaten bir şekilde bildikleri şeyleri nasıl paketlediğimle ilgileneceklerini sanmam. I also do not think this is for the sake of posterity as I cannot care less about future generations….

Bazen ilginç noktalar belirginleşiyor hayatın akışı içinde Sadun Boro’nun bugün ölümü ve hafta içinde geçen bazı konuşmalar dolayısıyla; Şiir sevmediğim varsayımıyla (!) şiir olup olmadığı bence tartışmalı bir şeyle durumu açıklamak lazım:

... that I be not bury'd in consecrated ground.
& that no sexton be asked to toll the bell.
& that nobody is wished to see my dead body.
& that no mourners walk behind me at my funeral.
& that no flowers be planted on my grave,
& that no man remember me.

Gidenin ardından iyi ya da kötü şeyler söylense ya da hiç bir şey söylenmese değişen yok, ölenin hesabı kapalı, kalanlar üzgün, çevre kendi halinde…

Öte yandan, hiç bir şeye aldırmıyor değilim, aksine çok ciddi şekilde aldırdığım şeyler, iyi olmasını, gelişmesini istediğim şeyler, mutluluğunu görmek istediğim insanlar var. Hayat, neler getirecek diye endişelenerek bu olumlu beklentilerin sağlanamayacağını hissediyorum sadece…

Hayat, insanlar ve diğerleri

Zorluklardan şikayet etmek çoğu zaman kolaya kaçmanın bahaneli yolu. O zorluklar olmasaydı elimizdekilerin kıymetini nereden bilecektik diye düşünmek de ayrı bir külfet gibi geliyor sanırım. Bu konuyu düşünürken aklıma aşağıdaki şarkı geldi:

Men şerem, men şer
Men şerem, men şer
Görürem murdar işler
Şer olmasa tanınmaz xeyir
Göresen bunu xeyir bilir?
Ne pis seslenir adım menim
Yokdur dünyada menim hörmetim
Etseler şere hörmet
Xeyire xeyir demezler elbet
Men şerem, men şer
Men şerem men şer
Çalış ey düşme şere
Adın düşmesin murdar dillere
Adın çıkıb çıksın canın senin

Yuxu

İşin ilginç tarafı şarkının sözlerini ararken bir de bunu buldum:

Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz.

Said-i Nursî

Biri Türk Heavy Metal gruplarının en iyi ve en bizim dar çevre içinde bilinenlerinden biri, diğeri İslam’ı Türkçe yazan en büyük alim. Hayat, en azından Türkiye’ de yaşadığımız hayat, gerçeklerden çok hayaller üzerine kurulu. Öte yandan görünen o ki kültür’ün köklerinde bir yerde sağlam şekilde yerleşmiş gerçekler var, hayallerin yetişemediği yerdeki gerçekler…

Şiir, eğitim, zamanlar…

Hayatımda önemli yeri olmuş bir arkadaşım dedi ki geçenlerde; “Şiir sevmiyorsunuz…” Haklı tabii, ama hak vermek yetmiyor, epey düşündüm üzerinde. İnsan bilmediği şeyi sevmez diye bir sonuca vardım, başka çıkış bulamayıp. Bugüne kadar şiir namına okuduklarım, okutulanlara bakınca, şansım varmış ki kitapları okul değil de babam sevdirdi bana diye dua ediyorum. Eğitim sistemimiz öğrettiği her şeyden nefret ettirmek gibi bir özelliğe sahip. Matematik gibi bir aşkı nefretle anan, kitapları öğretmenlerinin verdiği listeden seçip okuyan, müziği zorla şarkı söylemek sanan bir kitlenin şiir gibi zor bir şeyi sevecek yetkinliğe ulaşması mümkün değil bence…

Sık sık sözünü ettiğim bir şeydir. 14-15 sene Türkçe, dil bilgisi kompozisyon bilumum ders alıp, iki satır mektup yazamaz haldeyken, hazırlık okulundaki harika İngilizce hocam (W. Barker) bir yılda öğretebileceği kadar kendimi ifade etmeyi öğretti bana. Sarkastiksem biraz da Amerikan vatandaşı, Irish Catholic anneyle Fransız babanın Woodstock neslinden ve WW-II’de çarpışmış, Ateist, tiyatro oyuncusu oğlundan öğrendiklerimin bunda katkısı yadsınamaz.

Tabii, üzerimde hayata yönelik daha büyük hakkı olduğu için, özellikle umutlu/karamsar bakış açım üzerindeki katkısını sık sık unuttuğum, Jak’ı da atlamamak lazım… Yanisi onca Türk’ün uzun yıllar öğretemediği bir iki satır yazma yeteneğini bana yabancılar kazandırdı. Nasıl “yabancı” diyebilirsem bu insanlara!?

Sonuçta, hayatımda o kadar az düzgün şiir okudum ki, bunların değerine varıp zevkini çıkarmayı öğrenemedim. Sanırım büyük kayıp, ama bu saatten sonra düzeleceğinden şüpheliyim.

Bunca zamanda şiir(imsi) formatta olup, okuduğum anda beni çarpan tek şey aşağıda. Bazı yerlerde düz metin olarak bazı yerlerde kıta halinde geçiyor. T. Hardy ilginç bir adamdır sonuçta… Sanırım bu konuda benim için çok ümit yok 🙂

That Elizabeth-Jane Farfrae be not told of my death,
or made to grieve on account of me.
& that I be not bury'd in consecrated ground.
& that no sexton be asked to toll the bell.
& that nobody is wished to see my dead body.
& that no mourners walk behind me at my funeral.
& that no flowers be planted on my grave,
& that no man remember me.
To this I put my name.
. TR MOL