İstekler, beklentiler, falanlar, filanlar

Eski işlerimden birinde, trafikten bıktığım için sabah altıda evden çıkıp yediye yirmi kala civarında işbaşı yapardım. Kimsenin takdirinin peşinde olmadığım gibi, ne bileyim akşam işten erken çıkmak için bahane falan da yapmıyordum, yediden önce pek çıkmazdım zaten. Çok çalışkan olduğum için de değildi, sadece yolda başka şoförlerle toplu halde işkence çekmektense, sessiz sakin bir ortamda bir bir buçuk saat çalışarak günün geri kalanını rahat geçiriyordum, sadece insanlarla birlikte yapmam gereken işler kalıyordu. Biraz huzur istek ve beklentisinin bedeli sabah gereğinden erken kalkmaktı.

Bugünlerde hayatın baskısı, ortam şartları insanları inanılmaz saldırgan, haksızlığa meyilli, bencil ve çıkarcı yapmış durumda. Huzur ve sessizliği ancak gece bu saatlerde (saat iki olmak üzere) bulabiliyorum. Ama ne yazık ki sabah kalktığımda yine aynı bencillik, haksızlık ve saldırganlık karşımda olacak.  Dolayısıyla ancak sızacak kadar yorulunca uyuyabiliyorum, yoksa kuracak çok şey var.

İnşallah ortam düzelir.Ben her ne kadar çok sıkıldıysam da benden çok daha dertli olanları görüyorum, ve haksızlık etmemek adına elimden geldiği kadar susmaya çalışıyorum. Ama o kadar inanılmaz, incir kabuğunu doldurmaz dertlerle dünyanın en büyük dramlarını buluşturuyor ki insanlar, annemin bir lafından başka cevap bulamıyorum, ama anlaşılmayacağını bildiğim için o da hep içimde kalıyor. Annem hep “Allah gerçek bir dert vermesin” derdi böylelerine. Belki ben de desem fena olmayacak ama işe yarayacağından çok şüpheliyim.

Çoğu gece saat bir civarında belediye çalışanları çöp konteynerlerini boşaltmaya geliyorlar. Merak ediyorum, hangi ışıklar yanıyor, bu saatte kim oturuyor hala diye bakınıyorlar mı. Yoksa kokuya körleşmiş burunlarını yere eğip, bir an önce işi bitirip evlerine gitmenin derdinden başka şey yok mu o sırada kafalarında. Ben gece yolculuğu yapmayı sevdiğim için ters saatlerde yoldayken ışığı yanan yerleri, köylerdeki evleri v.s. merak ederim hep, dışarıdan akıp giden hayatı düşünüyorlar mı acaba diye. Şu ara çok yola çıkmadığımdan olacak, geçip giden hayat hakkında düşünmesi gerekerek sabaha karşı ışığı yanan ev sakini pozundayım daha çok. Ve dışarıda hayat akıyor biliyorum, derdiyle, umursamazlığıyla, neşesiyle sıkıntısıyla akıyor. Ama şimdi de acaba dışarıda akan hayat evlerde oturanları merak ediyor mu diye düşünüyorum, çokça, sıkça, kafam çalıştıkça.

Daha çok şey var yazacak ama …

Değişen zamanlar

Bir dönem gerek Türk, gerek yabancı Metal çevrelerinde “gerçek” sorgulanır olmuştu. Uzun zaman bunun bir moda olduğunu düşündüm. Aslına bakılırsa da, gelip geçmesi, yayılımı v.s. bir moda görüntüsü veriyordu gerçekten. Sonradan farkına vardığım ikincil bir soru burada daha önemliymiş: Bu bir moda, bir fad olabilir ama arkasından ittiren bir sebep olmalı. Bu konuda çok fikir değiştirdim, ama genelde dönüp dolaşıp geldiğim yerde; Nispeten “daha rahat” dönemlerde ve aksine olarak inanılmaz “absürt sıkıntılar” yaşanan dönemlerde gerçekliğin sorgulanması daha yaygın sanki. “Unspoken” 2001’den… Sanırım çok garip sıkıntılarımızın olduğu bir dönem olduğu söylenebilir, bir yandan da geri dönüp bakınca neredeyse nostaljiyle bakabileceğimiz rahatlıkların olduğu.


Her neyse, belki de henüz 1997’deki felaketlere geri dönmediğimiz için oturup dua etmekte fayda var. Sonuçta “1000s in the Eastland” her seferinde “keşke bunu hiç duymasaydım” dedirterek kendini dinletiyor, en azından bana…

Bilmek, anlamak, uzman olmak, imajı korumak

Bir zamanlar DOST’ta bir troll türemişti, “İlk Türk Troll” olmakla gururlanıp, hayatı bize zehir ederdi. Muhtemelen, hatta umarım, artık mezarlık komşularına ölümlerini zehir ediyordur. Bu arada yaşı kurtarmayan arkadaşlar için DOST kökü Internet’te değil Bitnet’te olan “Directory Of Scientist from Turkey” diye bir mail listesiydi. Sonradan gateway v.s. marifetiyle Internet’e bağlanmıştı.

Şimdi düşünüyorum da hakkını vermek lazım, en azından “ben bu işlerden anlarım” diye ortada gezerken Troll görevlerini layıkıyla yerine getiriyordu.

Biraz önce aklıma takılan bir konuyu danışmak üzere, “ben bu Internet, sunum, imaj v.s. işlerinden iyi anlarım” diye ortada çok gezen bir arkadaşımın kontak bilgilerini arıyordum. Bulamadım ama canına okunmuş bir seri gayet acıklı durumda web sitesi buldum.

Valla benim web sitelerim “acıklı” olsa dert değil, görsel yeteneksizliğimi insanlar yüzüme vurmadan da biliyordum, aksini de iddia etmedim hiç sanki. Ama bu işlerin uzmanı olunca imaja daha bir dikkat etmek lazım bence.

Kendini ifade etmenin zorluğu üzerine

“Ben” diye başlamayan ve bitmeyen cümleler kurmak lazım, kendini ifade ederken. Aslında “biz” diye de girmek ya da çıkmak konuya çok marifet değil. Marifetin ne olduğu tartışılır ama ne olmadığını görüp anlatmak daha kolay. Zaten kendini ifade etmenin en sıkıntılı kısmı da burada…

Her ne kadar aksi iddia edilse de, her ne kadar insanlar basma kalıp “doğru” formlarına girmek umuduyla aksine gitmeye çalışsalar da insan aklı öncelikle probleme odaklanıyor, çözüme değil. “Kendine çözüm arayan problem” diye bir laf yok ama “Kendine problem arayan çözüm” diye var. Neden? Çünkü bir problemi görüp oradan çözüme gitmek insan aklının doğal akışı, aksi ise hakkında atasözü ürettirecek tersine bir yaklaşım. Şimdi; Probleme odaklanmaya şartlanmış insan aklı, kendine bakınca ise sadece güzel, olumlu şeyleri görmeye, problemleri, çirkilikleri, sorunları göz ardı etmeye eğilimli. Annem’den küçükken çok duydum “Kargaya yavrusu pamuk gibi görünürmüş” diye. Çocukken tipim daha güzeldi ergenlik sonrası halime göre, muhtemelen çok huysuzdum ki habire bu laf su üstüne çıkıyordu… Bu iki temelde çelişkili yaklaşım, yani normalde problem odaklı olmak, en azından çözüme problemden giden bir yapıda olmak ve öte yandan kendinde problem görmeme eğiliminde olmak, kişinin kendine bakışını objektiflikten uzak ve verimsiz hale getiriyor. Eh, programlamada çok kullanılan bir laf vardır “Garbage in, Garbage out” diye. Kendini düzgün gözlemleyemezsen, nasıl düzgün ifade edeceksin?

Benden kaynaklanmayan (!) bir başka problem de önemli tabii. Çok anlatmışımdır. İlk ve orta okul, lise ve iki üniversitedeki Türkçe, Kompozisyon, Dil Bilgisi v.s. derslerin sonunda iki satır mektup yazmaktan aciz haldeyken, asıl işi bana İngilizce öğretmek olması gereken Bill Barker’ın dersleri sayesinde Türkçe birşeyler yazmayı becerecek hale geldim. Eğitim sistemimiz eskiden berbattı, şimdi ne halde olduğunu düşünmek bile istemiyorum.

Açıkçası çok isterdim, güzel günlerden ya da umut dolu yarınlardan söz etmeyi, hele kendimi anlattığım bir yazıda. Ya da o kadar güzel sözlerim yoksa, en azından çözümler ve/veya kendi dışımda kabahatliler öne sürmeyi. Hiç birini yapmak mümkün görünmüyor bugünlerde. Depresyonda ya da umutsuzluk batağında değilim. Eninde sonunda bir şeylerin “daha iyiye doğru” gideceğini biliyorum. Ama ne zamanlama hakkında spekülasyon yapabiliyorum, ne de “öyle bir noktadayız ki, işler ancak daha iyiye gidebilir” bulunmak için güzel bir nokta.

Bu açıdan bakınca, “kendimi anlatmak” da daha çok, unutmaktansa hatırlamanın daha iyi/faydalı olabileceği bazı notları ortalık yere yazmak anlamına geliyor bu aralar. Yoksa yazacak çok şey var, mantıklı düşünmeyi öğrenmek ve kullanmakla, toplumsal “mantık” cehaletinden başlayıp, matematiğin tek başına düşünce oluşturmak için yetersizliğine kadar. Ya da bugünlerde önüne gelenin modaya uyup Dunning-Kruger Effect ile “kendileri ve kendileri gibi düşünenler dışında”  herkesi cehaletle suçlamasından başlayıp, evinde iki tane kitap olmayanların kültür/eğitim/kitap/bilgi/terbiye/ahlak/medeniyet hakkında akıllarına geleni sıktıklarına kadar çok hikaye var, “ben”‘i anlatmak için masaya gelebilecek.

Neyse iyi geceler, nasılsa uyuyoruz toplumca, ara sıra yatakta da olabilir.

Kediler ve Onlar…

Enver abi’nin en sevdiğim sözleridir bunlar, tanıştığımız sırada “salaklaşmış bir hayran” halinde bakakalmama sebep olan;

.....Kapıda bulduğumda anlamıştım
Tanrı misafiri olduğunu
Bir sokak kedisine yakışmayacak
şeyler yapıyordu
Büyük bir travma yaşamış dedi veteriner
Kedi olduğunun farkında değil.
Hassiktir dedim
ömrümde bir kedi sevdim
o da farkında değil ....

Bir keresinde sıkıştırmaya çalıştım, “hangi iki ayaklı için yazıp da” kabahati kedilere yüklediğini anlattırmak için ama rahmetli sıkıştırılacak adam değildi. Ama malum, kedi neslinin intikamı sağlam oldu, “sen bizi böyle tanıtıyorsun madem…” diye.

Enver Ercan’ın sırları kendine kalsın, ben bana böyle hissettiren bütün hanımlara ithaf edeyim…

. TR MOL